Kanaatimce...

Anasayfa Fıkralar Öyküler Güzel Sözler

Necm suresindeki Miraç

Metin Karabaşoğlu

İSRÂ SÛRESİNDEKİ MİRAÇ"I yazdığımın ertesinde, Necm sûresinin tamamını da aynı yaklaşımla düşünmeyi denedim. Miracın Mescid-i Aksâ'ya kadarki kısmını İsrâ sûresinin ilk âyeti anlatırken, tâ Kâb-ı Kavseyn'e, tâ Sidretü'l-Münteha'ya, ta Cennetü'l-Me'va'ya kadar olan kısmının anlatıldığı sûreydi Necm. İlk 18 âyetinde, Resûl-i Ekrem'in asla 'kendi hevasından konuşmaz' bir sıddîk nebî olduğunu bildirerek onun haber verdiği miracı anlatan bu sûre de, 19. âyetiyle birlikte zahir nazarla bakılırsa başka hususları vahyediyordu. Kendilerinin ve babalarının zanna ve hevalarına uyarak taktıkları isimlerden ibaret olan, Allah'ın haklarında hiçbir delil indirmediği putlara tapanlardan, meleklere ve ahirete imana, hayatı yalnız dünya hayatı olarak bilmenin yanlışlığına, herşeyin Allah'ın mülkü olduğuna, o halde bu hayatı O'nun rızasınca yaşama gereğine, ahiret âleminde O'nun rızasını gözetip gözetmeyişimize göre mükâfat veya mücazat göreceğimize.. dair âyetler ile devam ediyordu sûre. Sonrasında, onun rızasına erişmek için yapılması veya yapılmaması gerekenlerin kısa bir özeti ve muazzam bir tevhid dersi vardı: "Güldüren ve ağlatan O'dur. Ve şüphesiz, öldüren ve dirilten O'dur. Ve O, eşleri (erkek ve dişiyi) yaratandır. ...Ve gerçekten zengin edip doyuran O'dur. Ve (taptıkları) Şi'râ yıldızının sahibi O'dur."

Bu şekilde akıp giden, ilk nazil olduğunda belâgatı karşısında Mekke müşriklerinin bile gayriihtiyarî secdeye kapandıkları bu sûreyi, kendi ubudiyet miracımızı yaşayabilmenin yolunu bize gösteren bir diğer sûre olarak; özellikle de, bu ubudiyet miracına ulaşabilmek için ahirete, meleklere, resûle imanda terakki etmemiz gerektiğini net bir biçimde bize öğreten bir sûre olarak anlamaya çalışırken, bu sûre ile İsrâ sûresi arasında bir paralellik de bulacaktım. Elbette, Kelâm-ı Ezelî dahilindeki iki ayrı sûre arasındaki paralellik, gördüğüm bu paralellikten ibaret değildi; bunun farkındaydım. Ama, miracın anlatıldığı iki sûrede, aynı dersi ve aynı hakikati bildiren bir müşterek âyet vardı. İsrâ sûresinin 15. âyetinde "Velâ teziru vâziretun vizra uhrâ" buyuran Mütekellim-i Ezelî, Necm sûresinin 38. âyetinde de "Ellâ teziru vâziretun vira uhrâ" buyurmaktaydı .

"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" mealindeki bu âyetler, Hz. Ali gibi Peygamber-i Zîşan 'ilim şehri' ise, 'ilim şehrinin kapısı' olduğu bizatihî Resûlullah tarafından müjdelenen bir güzide sahabinin bayraktarı olduğu 'adalet-i mahzâ' çizgisini emir ve şart koşan âyet olarak ele alınıyordu Risale-i Nur'da. "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" ise, suçun şahsîliği idi asıl olan. Yani, birinin hatasıyla başkası mesul tutulmazdı. Meselâ, bir kişinin yaptığı bir yanlış; bir küfür ve inkâr hali, bir fısk ve fücur, bir cinayet, bir zulüm vs.den hareketle o kişinin eşine, ana-babasına, çoluk-çocuğuna, sülalesine, memleketine, milletine lâf söyleyemezdik.

Nitekim, Risale-i Nur'un ana risaleleri ile mektuplarında, milliyetçilik karşısında sergilediği mesafeyi de, siyasetten uzak duruşunu da, küfre ve zulme muhalefetini şu zamanda 'eliyle' değil 'diliyle' göstermesini de bu âyetin verdiği 'adalet-i mahzâ' dersi ile izah ediyordu Bediüzzaman.

Milliyetçilik, bu âyetin taliminden uzaklaştırıyordu insanları; zira, 'unsuriyetperver bir kişi kendi milletdaşını tercih edip adalet edemediği gibi, karşısında gördüğü milliyetin bütün fertlerini ayna kaba koyuyor; haklı olsun olmasın, yanlış bir icraata katılsın katılmasın onlara 'toptan' düşmanlık sergiliyordu. Milliyetçi bir nazarla, 'suçu işleyen kişi'den öte, 'suçu işleyen kişi veya kişilerin ait olduğu milliyet' suçlanıyordu. Şu ülkede, İttihad ve Terakki'den beri Arap ve Kürt kardeşlerimiz hakkında geliştirilmiş olup el'an devam eden; 'kalleş Araplar,' 'pis Araplar,' 'ahmak Kırolar' gibi toptancı hakaretleri mazur ve meşru gören adaletsiz yaklaşım, milliyetçi hissiyatın 'birinin hatasıyla başkasını mes'ul eden' genetik kodlarının bir tezahürü değil miydi?

Öte yandan, hâzır siyaset, sözde 'medenî' olmakla birlikte, özde denî bir siyasetti. Gerilik simgesi olarak anılagelen Eski Çağlarda mevcut olmayan 'topyekün savaş' mantığını yerleştiren; savaşı ordular arasında meydanlarda yapılan bir mücadele olmaktan çıkarıp bir ülkeyi ve bir milleti topyekün düşman görerek geliştirilmiş topyekün bir yıkıma dönüştüren; bu uğurda içinde masum-mazlum- muhalif var mı yok mu demeden onlarca kilometre öteden topları, havadan bombaları, yüzlerce kilometre öteden füzeleri savaş aracı olarak ilan eden, bu hâzır siyaset tavrı değil miydi? Bir ülkenin liderine kızıp, o ülkenin insanlarını açlığa, hastalığa, ölüme mahkum eden; ve bunu ruhsuz ve zalim bir 'reelpolitik' kavramıyla meşrulaştırmayı deneyen bir siyaset anlayışı değil miydi ortadaki? Böyle bir siyasî anlayışın hakim olduğu bir vasatta ortadaki yanlışı 'eliyle' düzeltmeye kalkışmak ise, adalet duygusundan mahrum, toptancı, topyekün savaş mantığıyla hadisatı değerlendiren zümrelerin 'eliyle' onlara muhalefet edenleri bahane edip hadisede dahli olmayan insanları da zulme ve ateşe atmasını sonuç veriyordu ve verirdi. Dolayısıyla, böyleleri karşısında 'eliyle' mücadeleye girişenler, masumları ateşe atan böyle bir zulme vesile olma cihetiyle, bu zulümden elbette hissedar olurlardı. Bu noktada da, bizim yüzümüzden başkalarının zarar görmesine mani olmak için, muhalefet ve mücahedesini 'eliyle' değil, 'diliyle' ifade etmek icap ediyordu--İbn Ömer ve İbn Abbas gibi pek çok sahabi ile birlikte tâbiîn Emevî zulmüne karşı muhalefet ve mücahedesini, sözkonusu âyetin verdiği 'adalet-i mahza' dersine binaen, 'diliyle' sergilediği gibi...

Velhasıl, 'adalet-i mahzâ' dersini veren âyetin, Miracı anlatan iki âyette de mevcut olması, son derece manidar geldi bana.

Bu vesileyle düşündüm: Kendi miracımızı gerçekleştirebilmenin bir şartı da, 'adalet-i mahzâ'yı bir hayat düsturu olarak ikame etmekten ve adalet-i mahzâdan bizi alıkoyan fikir ve felsefelerden arınmaktan mı?