Kanaatimce...

Anasayfa Fıkralar Öyküler Güzel Sözler
Aziz Bozdemir

Antikacılar Çarşısı

Aziz Bozdemir

10.01.2021

Hiç gittiniz mi? Dolaştığım şehirlerde çok hoşnut olarak gezdiğim yerlerden biridir antikacılar çarşısı. Antikalardan anlamam, antika bir nesneye de pek merakım yoktur. Hani denk gelirse edindiğim bir kaç şey dışında antika denilen şeylerle alakam olmaz.

Babamın dükkanı bakırcılar çarşındaydı, orada bakır mutfak eşyaları satılırdı. Ancak biz de hiç antika ürün satılmazdı. Bazen birileri dededen kalma antika sayılan sini, bakraç falan getirirdi, diğer basit bakır eşyalara nispeten fazla para isterlerdi. Eğer gelen mal çok temiz ise kendi şahsımıza yani eve koymak için veya bir şark köşesinde bulunsun diye alırdık, aldıklarımızı da genelde başkalarına hediye olarak verirdik.

Onlara antika denilse de aslında antika değildi. O zamanlar tam olarak antikanın ne olduğunu anlamazdım ama illa bir malın sadece eski olmasının antika anlamına gelmediğini anlamıştım.

Yıllar geçince antikanın ne olduğunu kavrayabildim. Evet, değeri olan eski eşya antika demektir ama "antika" sayılabilmesi için eski zamanda yapılmış olan bir eşya olması ile birlikte bir sanatçıya, tanınmış bir zanaatkara, bir ustaya yani bilinen bir yere ait olması gereklidir. Bu türden eşyalarda nerede yapıldığını veya meşhur bir ustanın işi olduğunu belirten özellikler yer alır. Bunu da işin mütehassısı yani uzmanı anlayabilir. Antika bir eşyanın gerçekten antika olup olmadığını anlayabilmek, eşyanın takdirini yapmak, onun kıymetini anlayabilmek çok başka bir maharettir.

Şimdi diyeceksiniz ki, bu antika meselesi nereden çıktı? Aslında meselemiz sadece antika değil, meselemiz hem antika hem de antikacılar çarşısı. Ne olmuş antikacılar çarşısına?

Antikacılar çarşısında hiç canlı bir eser gördünüz mü? Canlı bir şeyden, mesela bir bitkiden, bir hayvandan antika diye söz edilebilir mi? Yani canlılar antika tanımına girebilir mi? Her bir canlı hayvan, her bir canlı bitki sanat eseri sayılmaz mı? Her birinin bir ustası, bir sanatkarı yok mu? Hele söz konusu insan ise!

Şimdi antikacılar çarşısı meselesine girelim:

Mesele çok derin; neredeyse çeyrek yüzyılı geçti ben bu mevzu ile alakadarım. Bediüzzaman Said Nursi' nin, Risale-i Nur eserlerinden, Sözler Kitabının, "Yirmiüçüncü Söz" başlıklı risalesini ilk okuduğumdan beri 26 yıl geçmiş. Beni büyüleyen, beni başka dünyalara, manevi renklerle boyalı ruhsal hülyalara götüren sözleri ilk okuduğumu gün gibi hatırlıyorum.

O eserde deniyordu ki: " Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Buraya kadar tamam, bir sorun yok. Yukarıda anlatığım bilgiler gibi. Devamı önemli: "İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır."

Risale-i Nur' da Yirmiüçüncü Söz insana sanat eseri olarak bakıyor, hem de antika bir sanattır diyor.

Bu risalenin ana teması ise "iman" dır.

" Birinci Mebhas

İmanın binler mehasininden yalnız beşini "Beş Nokta" içinde beyan ederiz.

Birinci Nokta: İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş

kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pişe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek o san'atkârı yâd etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.

İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün manidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani: "Sâni'-i Zülcelal'in masnuuyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.

Eğer kat'-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder."

Birinci nokta burada bitiyor. İki bölümün birincisi beş noktadan ibaret, yukarıya aldığım sadece birinci nokta.

Ben bu risaleyi yüzlerce kez okumuş ve dinlemişim desem yalan olmaz. Dedim ya çeyrek yüzyıldır bununla alakadarım. İyi de neden sürekli okuma ihtiyacı duyuyorum ve kaç kez anlayarak okumaya çalıştığım halde anlayamıyorum? Her seferinde başka başka manalar tezahür ediyor. Tılsımlı bir eser, ihata edilmesi çok zor. Çünkü manevi hakikatler içeriyor. Kendimi yani beni bana anlatıyor, insanı ve insanda imanın ne derece güzel bir şey olduğunu izah ediyor.

Çok kez okuyup, canım ağabey ve kardeşlerimden dinlediğim halde manası bitip tükenmiyor.

O kadar maddeperest bir hayat içindeyim ki anlamayı zorlaştırıyor. Sürekli olarak antikacılar çarşısına gelip takılıyor ve insana madde olarak bakıyor, bahsin esasını kaçırıyordum.

Bir gün antika meselesini iyice tefekkür edince esas meselenin ucundan biraz olsun yakalayabildim. Kendimi hayalen götürüp antikacılar çarşısına koydum. Gezmek için değil, kendimi satışa konu bir nesne olarak tahayyül edip vitrine koydum. Benim kıymetim nedir diye kendime sordum?

O anda anladım ki kendimi madde olarak görüyorum ve çok az bulunan, nadir özelliklere sahip değilim. Her insanın maddesi benimle aynı. Evet, maddemi de yapan bir usta var ama benim maddi özelliklerim herkeste var, sadece bana has ve değerli olmasına yol açacak bir özelliğim bulunmuyor. O halde ben antika değilim dedim.

Risalenin metnine dikkat edince son paragrafta "Maddenin gayesi ve meyvesi ise; -dediğimiz gibi- kısacık bir ömürde hayvanatın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider." diyordu.

İşte bir aydınlanma geçirdim gibi o risalede "maddi" meseleden bahsedilmediğini, meselenin "manevi" bir şey olduğunu yani maneviyatla, mana ile alakalı bir konu olduğunu birazcık derk edebildim.

Böylece antikanın ne olduğunu ve antikacılar çarşısında sadece "sanat eseri" olan şeylerin satılabileceğini de anlamış oldum. Sanat ise maddi bir şey değil. Evet maddede tezahür ediyor ama antikayı antika yapan unsur madde üzerindeki bu manevi emekmiş yani sanatmış.

Herkesin ilk okuduğunda çok kolay anladığı bu detayı ben ancak yıllar sonra birazını anlamış oldum. Aslında samimiyetle okuduğum ve dinlediğim her zaman bu mana geliyor ama sürekli iştigal etmeyince unutuyorum. Manevi hakikatler böyleymiş zaten, sürekli ihtiyaç hissediyormuşum.

Biraz daha antikacılar çarsında kalalım. Benim maddem bir sanat eseri mi? Evet, bir sanat eseri. Mükemmel bir sanat eserini kullanıyorum. Gövdem den bahsediyorum. Gövdem yani cesedim maddi unsurlardan ibaret fakat gövdemi manevi unsurlar çalıştırıyor. Gözüm madde ama görmem madde değil. Kulağım madde ama işitmem madde değil. Beynim madde ama düşüncem madde değil. Bu liste uzar gider. Kısaca ifade edeyim; hayatım madde değil. Hayat denilen canlılık maddi bir şey değil. Hele kişiliğim, şahsiyetim, karakterim yani ruhum. Ruhsal özelliklerim tamamen madde değil. Bunları biliyoruz. Peki benim bu türden manevi unsurlarım var ve onlarda birer sanat eseri. Ancak risalenin metnine baktığım zaman onlar manevi olmasına rağmen yine antika sayılmıyorum ve dolayısıyla antikacılar çarşısında bir kıymet ifade etmiyorum. Çünkü o türden manevi özelliklerim de herkeste bulunan şeyler. Yani diğer insanlarda da aynısı var.

Risalede "insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır." diyor.

İşte şimdi esas noktaya gelebildik. Meselenin esası olan "iman" meselesine geldik. Meselemiz madde değil, manevi unsurlar değil yani insanın maddi ve manevi yönleri değil. Antikacılar çarşısında kıymet ifade eden ve o şeye antika denilecek unsur sanat ve sanatçının benzersizliği ya işte bu özelliğin ortaya çıkması ancak iman ile olabiliyormuş. İman bir intisap imiş yani sanatkarına nispet etmek, ona bağlamak imiş. Burası çok derin bir yer tam anlamıyorum, o sebeple anlatılmasına çok yardımcı olunması lazım. Şöyle ifade etmeye çalışayım: Antikanın en önemli unsuru neydi? Meşhur bir ustaya ait olması. Yani o nesneyi değerli kılan şey ustasının kimliğinde gizli. Tanınmış bir sanatkara ait bir mal antikacılar çarşısında revaç buluyor. Ustası tanınmış biri değilse o rağbeti görmüyor ve kıymet ifade etmiyor. İşte bunun altında yatan unsur ise o ustanın diğer ustalara göre nesnede uyguladığı sanatın diğerlerinden farklı ve değerli olmasıdır. Yani mevzumuz sanat ama öyle bir sanat ki hüner derecesinde benzersiz bir sanat. İşte bir eseri öyle bir sanatçıya bağladığımızda, isnat ve intisap ettirdiğimizde o mal kıymet ediyor. Bilmem anlatabildim mi?

Demek ki insanı antika yapan unsur sanatkarına yani onu yapana bağlamakmış. Sanatkarı kim? Mecburen "Allah" diyeceksin.

Böylece bir malın sanatkarı "Allah" olunca mal kıymetli oluyor. Böyle diyorum ama hala işin maddi tarafı göz önüne geliyor. Hayır maddi tarafı gelmemeli, işin içine iman girince malın kıymetini anlıyoruz. Yani tekrardan söyleyeyim, belki sizler çok kolay anladınız ama beni dikkate alın, benim çok zor anladığım kısmı tekrar ediyorum: İman olmayınca mal kıymet ifade etmiyor efendim. Çünkü iman yoksa sanatkar yok. O zaman ne oldu? Mal maddeden ibaret oldu. İman olunca yani Allah deyince ne oldu? Malın hünerver sanatkarını bulup ona intisap ettirmiş olduk yani antika oldu. Dolayısıyla neymiş, iman bir intisap imiş.

Şimdi biraz nefes alayım. Birazcık derdimi izah edebildim. Ne var ki henüz antikacılar çarşısından çıkamadık. Konu çok derin ve müşkül. Maddeden ibaret olunca o artık kaba demirciler çarşısına gidiyor diyordu.

Biz yine antikacılar çarşısına geri dönelim.

"İşte insan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu'cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır." diyordu.

***

"İnsan, Cenab-ı Hakk'ın böyle antika bir san'atıdır." Antikadır çünkü sanatçısı Cenab-ı Hak'tır. Böyle dersek, böyle olduğunu bilip inanırsak, iman edersek antikadır. "Çünki iman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır."

Daha nasıl açık söylensin: İnsanı Allah'a bağlayan irtibat unsuru imandır ve insan, Allah'a ait ise kıymet alıyor. Yoksa kıymet almıyor.

"İman bir intisaptır." Bu cümle aslında Birinci Söz'ün esası değil mi?

İman ile kıymet alan bir antika sanat veya iman olmayınca kıymeti olmayan demir parçası.

Sanatçısı varsa antika eser, sanatçısı yok ise antika değil, sıradan bir eser.

Dikkat ettiniz mi ne kadar çok aynı hususu tekrar ediyorum.

Tefekkür etmeye çalışıyorum. Risale Mesleği'nin dört esasından biri. Bu konuda mütefekkir olma, fikir yürütme isteği duyuyorum.

Nedendir bilmem ama normal çarşılar, hele antikacılar çarşısı, teknoloji ve giyim mağazaları gibi yerlerden daha zevkli geliyor. Çünkü işin içinde sanat var, maneviyat var. Çok çeşitli antikacılar mağazası ve hatta çarşısı var. Eski mobilyalar, kocaman duvar saatleri, el yapımı silahlar, bıçaklar, eşyalar.

Şimdi bütün bu antika sayılan şeyleri düşünüyorum ve onlara kıymet veren şeyin o nesneyi meşhur ve hünerver sanatkarına intisap ettirmekle, bağlamakla olacağını anlıyorum. Örneğin eski bir masa saatine bakıyorum. Bunun değeri nedir? Sıradan bir saat mi yoksa antika mı? O saati yapanı arıyorum, eğer onu yapan çok meşhur bir usta ise bir anda o mal çok yüksek bir kıymet kazanıyor. Ustasına bağladım, kıymetlendi. Ustasını bilemez veya bulamaz isem saat sıradan bir nesne oluyor. Bir mobilya için de aynı usulü deniyorum. Masaya bakıyorum, kıymetli mi, kıymetsiz mi? Kim yapmış diye soruyorum. Meşhur bir firma, bir marka yani sanatı olan bir usta tarafından yapıldığını anladığımda o masa artık değer ifade ediyor. Bu benim için artık sürekli bir çabaya dönüşüyor ve kıymet vereceğim şeyin o nesnenin ustasının sanatkar olmasına bağlıyorum. Neye, nasıl kıymet vereceğimi anlıyorum.

Burada kendime dönüyor, kendi kendime soruyorum. Ben kıymetli miyim? Benim değerim ne? Kendime baktığımda artık yukarıda öğrendiğim usulü tatbik ediyorum. Diyorum ki beni yapan usta kim? Cevabım Sâni'-i Zülcelal (Son mertebede Sanat sıfatına sahip Allah) oluyor. O halde ben kıymetliyim.

Diğer insanlara bakıyorum ve onların kıymetini takdir etmeye çalışıyorum. Kıymetini, takdir etmek cümlesi ile Allah ebeden ondan razı olsun Abdulkadir Duru Bey yanımda hazır oluyor. Örgünöz Fikir Disiplinleri ve Gadirbilim Fikri' ile nasıl bir anlayış nuru verdiğini minnetle hatırlıyorum. Takdire muktedir olmak, kıymetlendirmek. İşte diğer insanları da takdir etmeye çalıştığımda onların da ustasını, sanatkarını düşünüp, ona göre kıymet veriyorum. Her birimizin inanılmaz bir kıymeti var, çünkü ustamız Allah'dır. Bizler Allah'ın sanatıyız. Bu anlamda hepimiz çok kıymetli birer antikayız. Çevreme bakıyorum, ağaçlar, çiçekler, yeşillikler, hayvanlar, bulutlar, gökyüzü, yıldızlar her şey çok sanatlı yapılmış ve her birinin sanatkarı Sâni'-i Zülcelal' dir. Her birinin kıymeti onu yapana yani ustasına, sanatkarına bağlanınca çok kıymetli birer antika eser gibi oluyor.

Bu bakış açısıyla artık kainat birer antikacılar çarşısına dönüşüyor.

Ve yolculuk şimdi başlıyor:

"İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır."

Metni çözmeye, metni tekrar tekrar okuyup anlamaya çalışıyorum. Tefekkür et diyorum kendime. Metin çözümlemesi ile başlıyorum. İnsan'ı anlatıyor. İman'ın nuru, iman'ın ışığı diyor. Metinde esas kelime "iman'ın nuru." Bu tanımlanan şey yani iman'ın nuru ne ise, işte insan onunla "a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet" alıyor. Yüceler yücesi bir makama çıkacak derecede, cennete layık olacak seviyede insan kıymet alıyor. İnsanın kıymetini veren şey "nur-u iman."

Neden "iman"?

Çünkü iman bir intisaptır. Yani ustasına, sanatkarına bağlamaktır. İnsanı Sâni'-i Zülcelal'ine nisbet etmektir. İntisap ettirince, nispet edince o zaman insan kıymet alıyor, çünkü üstündeki sanatını görmüş oluyoruz. İlahi Sanatları görüyoruz, nakışları görüyoruz ve esmayı yani tezahür eden isimleri görüyoruz. İnsandaki sanatın kıymetini anlıyor ve sanatçısının kim olduğunu, nasıl sıfatlara sahip olduğunu tefekkür ediyoruz. Bilerek, anlayarak, yetkinlikle kıymetini takdir ediyoruz. Bunların hepsi intisapla yani iman denilen şeyle oluyor. İman, iman diyoruz ve bakın nereye geliyoruz: Tevhide geliyoruz.

Evet yanlış anlamıyorum; "Tevhid" den bahsediyor.

Tevhid meselesi, Risale-i Nur'un her yerine serpiştirilmiş:

Nedir Tevhid?

"Tevhid iki kısımdır. Meselâ: Nasılki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri; icmalî, âmiyanedir ki: "Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahib olabilsin." Fakat böyle âmi bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahib çıkabilir. İkinci çeşit odur ki; her denk üzerinde yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette "Herşey o zâtındır" der. İşte şu halde herbir şey o zâtı manen gösterir.

Aynen öyle de: Tevhid dahi iki çeşittir:

Biri: Tevhid-i âmi ve zahirîdir ki, "Cenab-ı Hak birdir, şeriki naziri yoktur, bu kâinat onundur."

İkincisi: Tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve her şey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Sözler ( 22. Söz. sf. 293 )

İmanın intisap olmasını tefekkür etmekle tevhidin ne olduğunu da anlamaya başlıyoruz. Hakiki Tevhid olan şeyi tahkik ediyoruz: "her şey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir." diyoruz.

Antikacılar çarşısı anlayışı ile "bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri; icmalî, âmiyane...İkinci çeşit odur ki; her denk üzerinde yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette "Herşey o zâtındır" der. İşte şu halde herbir şey o zâtı manen gösterir." zevki ile bakıyoruz. İntisap usulü ile hakiki tevhidin tefekkürüne girebiliyoruz.

Hakiki tevhid ile her şeyi ama her şeyi O'na veriyor, Ondan biliyoruz. Çünkü mallar üzerindeki "yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette "Herşey o zâtındır" diyoruz.

Risaleler dönüyor kafamda. Her yer tevhid bahsi.

Birinci Söze gidiyorum. "Bedevi Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himayesine girsin." Kendini tevhide dahil eylesin. İsmini alsın, onun adına hareket etsin. Tevhid eylesin.

Risale-i Nur Mesleğidir ki her şeyde önce eseri, oradan fiili, sonra ismi, sonra sıfatı, sonra şuunatı ve en sonunda zatı gösterir.

Biz de 23. Söze böyle bakıyoruz: İlahi Sanatları görüyoruz, nakışları görüyoruz ve esmayı yani tezahür eden isimleri görüyoruz. "İnsanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye" yi görüyoruz. Eseri görüyoruz, fiili görüyoruz, isimleri ve sıfatları görüyoruz. Hatta şuunatına bakmaya çalışıyoruz. Eserden, fiile, oradan isme, oradan sıfatlara gidiyoruz. İnsanı takdir edip kıymetlendiriyoruz. Cennete layık olduğunu o intisapla anlıyoruz.

Ve ikinci cümle geliyor "küfür o nispeti kat eder". O zaman "zulmet-i küfür ile, esfel-i safilîne düşer; Cehennem'e ehil (olacak) bir vaziyete girer."

İntisabını kesince kıymeti olmuyor. Küfür bir nur değil, inkar etmek bir karanlık, bir zulmet olduğu için sanatlar görünmüyor. Artık ışık yok ki takdir edebilesin. "Küfür, o nisbeti kat'eder. O kat'dan san'at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur."

Madde olunca ne oluyor? "Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."

Maddenin kıymeti hiç hükmünde.

İşte bu sebeple bu yazıya sebep olan misali veriyor: "Bu sırrı bir temsil ile beyan edeceğiz. Meselâ: İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar, bazan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor."

Evet, insanların sanatları içinde madde ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Antikacılar çarşısında antikalar bu sebeple değerli. "Belki bazan, antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor." Bu bir sırrın temsili. Temsil yine Risale-i Nur'un esaslarından, temsil ile hakikatler aydınlanıyor.

Bu sözün hakikati nedir? "manalarla insandaki san'at-ı Rabbaniye tezahür eder. Demek Sâni'ine intisabdan ibaret olan iman; insandaki bütün âsâr-ı san'atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur."

"Zira Sâni' unutulsa, Sâni'a müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san'atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar."

Birazcık yol aldık değil mi?

"Sâni'a müteveccih manevî cihetlerin anlaşılmaz olmasıyla, O manidar âlî san'atlar ve manevî âlî nakışlar gizleniyor.

İmanın sırrı sanatı okumaktadır. İlk ayet "oku" değil miydi?

"İkra" emriyle Efendimiz Aleyhisselatüvesselama bir evrak sunulup okutulmadı.

***

Risale-i Nur'suz bir hayat nasıl olur? Allah muhafaza, düşünülmesi dahi beni titretiyor.

Önceki yazımızda antikacılar çarşısında dolaştık "İnsan, nur-u iman ile a'lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet'e lâyık bir kıymet alır." cümlesi sonrasındaki temsili ele aldık. Özellikle imanın nur olduğunu ve iman nurunun insanın değerini anlamaktaki ve üzerindeki sanatları okumaktaki ehemmiyetini yazmaya çalıştık.

Şimdi bu nur meselesi çok mühim. Alıntı yaptığımız kitabın adı Risale-i Nur ve konuştuğumuz mesele de imanın nuru. Risalelerde her yer, her mesele nurludur ve nur ile ilgili temsillerle doludur. Risaleler de çoğu temsiller nur üzerinedir.

Üstat Said Nursi Hazretlerinin nur hakkında çok fazla izahatı var. Temsillerin neden hep nur ile ilgili olduğu, Nur İsmine neden mazhar olduğu gibi çok derin mevzular ayrıntılarla izah edilmiştir. Ayrıca soyadı Nursi, köyü Nurs, annesi Nuriye Hanım. Bunları hemen her okuyucu bilir. Bu nur meselesi ile Risale-i Nur' un ilişkisi hakkında bir şeyler yazmaya kalksak ayrı bir külliyat olur. Bunu geçelim.

Nedir nur? Işık desek olur mu?

Şimdi ışığın mahiyetinin izahına girersek bu kez mesele başka yönlere gider ama şunu söyleyelim ki güneşin ışığı, şimşek ışığı, elektrik, ampul, röntgen ışını, telefon ve internet hatları, wi-fi, bluetooth gibi şu anda etrafımızı saran her şey nur mahiyetindedir. Bizler nur ile iç içeyiz. Hatta görmemiz, işitmemiz, düşünmemiz, sinir sistemimiz gibi cesedimiz ile alakalı her şey nur ile irtibatlı olduğu gibi arzın güneş etrafındaki dönüşü, yer çekimi, zerrelerin çekim kuvveti ve düşüneceğimiz her şey maddi veya manevi her şey nur ile ilişkilidir.

Buradan diyoruz ki "iman" da "nur" ile alakalıdır. Herhalde mahiyeti de nurdur.

Zaten mevzumuz "nur-u iman" dır.

İnsan için de diyordu ki, bu imanın nuru ile kıymet kazanıyor ve cennete layık bir hale geliyor diyordu. "İnsan iman ile insanda tezahür eden san'at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır." deniyordu. İman nuru ile insandaki ilahi sanatlar zahire çıkıyor, görünür hale geliyor.

İnsan ve nur meselesi çok kapsamlı ve geniş meseleler. Ayrıntılarda gidersek kayboluruz. Üstat hazretleri hep icmalen izah yapmıştır. İcmalde tevhid görünür. Tafsilde zihin dağılır. (Ne söz ama! Hacı ağabeyimizin ders notları, Allah ondan ebediyen razı olsun, zaten yazılarımızdaki nurlar varsa hep onun ders notları.) Biz de ayrıntılara sapmadan, konuyu dağıtmadan icmal ederek gitmek istiyoruz. Kendimizi bıraksak ana meseleden kopup bambaşka yerlere gideceğiz. Fakat burada yapmaya çalıştığımız şey ise hasbihaldir, muhabbet edelim istiyoruz. Kuru kuru yazarsak muhabbetin tadı kuru olur. Bu sebeple affınıza sığınarak antika bir sanat temsili ile anlatılan iman ve insan meselesinde söz dolaştırıyoruz.

Antikacılar çarşısında etrafa nazar ederek (burada nazar kelimesine bir dikkat istiyorum) antika bir sanat eseri olan insanı imanın nuru ile kıymetlendirilmesini anlamaya çalışıyoruz. Peki, nazarımı insandan çevirip kainata baktığımda nasıl kıymetini takdir edeceğim?

İntisap olarak tanımlanan "iman" bir nur yayıyor ve o nur ile insanda tezahür eden sanatlar okunabiliyor. İnsanda ki sanatlar o ışıkla okunduğu gibi her şey o ışıkla okunabilir olduğunu anlıyoruz. Tamam.

Burada 23. Söz, Birinci Mebhas, ikinci noktaya geçiyoruz. İkinci noktanın girişinde şöyle diyor:

"İkinci Nokta: İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor."

Giriş kısmından anlıyoruz ki, iman nuru insanı ışıklandırdığı gibi aynı nur ile kainat dahi ışıklanıyor.

Bu bölümde ikinci noktayı buraya tamamen alıntılamak istemiyorum. 23. Sözden okunsa daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü uzun bir temsil var, iki dağ arasında kurulan bir köprü var. Üstat hazretleri bir vakıa-i hayaliyede gördüm diyor. İki yüksek dağ var birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istila etmişti, diyor.

Sonrasında o müdhiş zulümata karşı sönük bir cep feneri varmış, onu kullanmış. "Onu istimal ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım. Pek müdhiş bir vaziyet bana göründü." diyor.

Temsil üzerinden hakikate geçiriyor. Oradan ayrıntılı okumak lazım. Temsildeki hakikati sen tatbik et dediği için bu iş herkesin kendisinin yapacağı bir şey.

Bizim ele alacağımız konu ise o cep feneridir. Orada feneri kırdığından bahsediyor. Biz de bu konuya ışık tutup, kendimize yazarak sadece bu meseleyi biraz anlamaya çalışacağız.

İkinci noktada bizim ele aldığımız ana mesele, esas cümle şudur:

"O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. "Eyvah! Şu fener, başıma beladır" dedim. Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Herşeyin hakikatını gösterdi."

İşte soruyoruz, nedir o lambanın nuru? Öyle bir nur ki her şeyin hakikatini gösteriyor.

Temsilin sonunda " O cep feneri ise, hodbin ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semavîyi dinlemeyen enaniyet-i insaniyedir." diyor.

İki halden bahsediyor: "İşte enaniyetine itimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalalet karanlığına mübtela olan adam; o vakıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-âlûd malûmat ile zaman-ı maziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir." diyor.

"Eğer hidayet-i İlahiye yetişse, iman kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, Kitabullah'ı dinlese, o vakıada ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlahî ile dolar." diye ikinci halini beyan ediyor.

Bu ifadelerden o nurun kalbe giren iman olduğunu ve imanın ise "nefsin firavuniyetinin kırılması, Kitabullah'ı dinlemek olduğunu" birazcık fehmediyorum.

Biraz daha tefekkür ediyorum ve kendi dar dairemde tecrübelerimi hatırlıyorum. Bizim birazcık kampçılık maceralarımız vardır. Dağlara, yükseklere çıkma, insanların az olduğu yerlerde, ormanlarda dolaşma en sevdiğim şeylerdir. Oralarda gece eğer ay ışığı varsa durum başkadır, ay ışığı yoksa yıldızlar, gökyüzü, orman başkadır. Eskiden gençliğimizde madencilerin kullandığına benzer kafa fenerleri kullanırdık, şimdi teknoloji gelişti, cihazlar çok değişti. Yine kafa fenerlerimiz var ama bu son çıkanların ışığı çok kuvvetli. Hele ayrıca lambalarımız var, her yeri donatıyoruz. Çünkü ormanda karanlık olduğunda her şey çok dehşetli görünüyor. Her bir gölge bize korku verecek derecede canavar mahiyetine bürünüyor. Işık olunca iş değişiyor, bir güven, bir emniyet hasıl oluyor.

Yine de hiç bir şey gündüzün ışığına yani güneşin ışığına benzemez. Her şeyin hakiki halini gün ışığında görebiliyorsun. İşte üstadın temsili benim için bu tecrübe ile çok ehemmiyetli. Eğer bir şeyin hakikatini görmek istiyorsanız ışık lazım.

Aynı tespitin manevi hakikatler içinde geçerli olduğunu düşünüyorum.

Böylece tekrar affınıza sığınarak en başa gidiyor ve antikacılar çarşısındaki esas meseleyi bir kez daha buraya tatbik ediyorum. Kainatın hakikatinin okunması için bir nura, bir ışığa yani iman bakış açısına sahip olmamız gerektiği kanaatimi tekrar ediyorum. O da "intisap" denilen şeydir. Kainat içindeki her şeyi ustasına, sanatkarına intisap ettirdiğimizde, tevhid cihetiyle her şeyin hakikatini görebiliriz diye düşünüyorum.

İman ve imanın nuru ile yani imanın intisabı ile:

"O vakit zaman-ı mazi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti îfa eden ervah-ı sâfiye cemaatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle "Allahü Ekber" diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki; dağlar-misal bazı inkılabat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet'in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmaniyeyi o nur-u iman ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. "

İşte demek ki imanın nuru bizden bağımsız, bizim haricimizde bir şey. O nur ile görebilmek için kafa fenerini kırmak gerekiyor.

Kafa fenerini kırmak bana göre bu makamda "bakış açısını değiştirmektir."

Ben konuyu "iman" ile zihnimizde oluşan bakış açısına getiriyorum.

Başta sormuştum ya, Risale-i Nur olmadan bir hayat nasıl olur? Bana göre tarif edilmeyecek derecede çok eksik, çok kötü bir şey olur. Niye böyle olur? Çünkü imansız olurum. Risale-i Nurlar iman hakikatleri demektir. Kuran'ın bu asra bakan tefsiridir. Bu okuduğumuz 23. Sözün tamamı sadece bir ayetin bu asra bakan bir nevi tefsiridir. Başta (Bismillah) Leked halaknel.. Diye başlayan ayetin bir manasının bir izahıdır. Risaleler olmadan nasıl anlayabilirdim? Hidayet bir nur değil mi? Hidayet kalbe girdiğinde bütün bakış açımız değişmez mi?

Burada Sözler Kitabında İkinci Söze giderek bakış açısına ve nazarın ne kadar ehemmiyetli olduğuna dikkat çekmek istiyorum. İkinci Söz "İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:" diye başlıyor.

"Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin, tali'siz bir tarafa; diğeri Hudabin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.

Hodbin adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan bedbînlik cezası olarak nazarında (dikkat NAZARINDA) pek fena bir memlekete düşer.

NAZARINDA KISMINA DİKKAT EDİYORUM.

"Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünki herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müdhiş cenazeleri ve me'yusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır."

"Diğeri Hüdabîn, Hüdaperest ve Hakendiş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında (dikkat NAZARINDA) pek güzel bir memlekete düştü.

YİNE NAZARINDA KISMINA DİKKAT EDİYORUM.

"İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir musikî sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah'a şükreder. Sonra döner, öteki adama rastgelir. Halini anlar. Ona der: "Yahu sen divane olmuşsun. Bâtınındaki çirkinlikler, zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle. Tâ, şu musibetli perde senin nazarından (dikkat NAZARINDA) kalksın, hakikatı görebilesin.

(YİNE NAZARINDA KISMINA DİKKAT. Büyük harflerle yazdığım için binlerce kez af diliyorum ama işte nazarımızda, içimizde olan bakış açısı meselesi işin rengini değiştiriyor.) Devam ediyor:

Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir. Şu dünya, onun nazarında (dikkat NAZARINDA) bir matemhane-i umumiyedir.

Sonra devam ediyor ve müminin bakış açısıyla dünyanın nasıl olduğunu izah ediyor ve :

"Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, (dikkat NAZARINDA) Seyyid-i Kerim'inin ve Mâlik-i Rahîm'inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder.

Demek iman, bir manevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.

Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır" diyor.

İman bir nurdur. İman her şeyi değiştiriyor. Her şeye sirayet ediyor. İman bir nurdur, bir intisaptır. Tevhiddir. Her daim nurlu olasınız. Muhabbet çarşılarında nurlu seyirler efendim. Hata ettikse affola.

Aziz Bozdemir