Kanaatimce...

Anasayfa Fıkralar Öyküler Güzel Sözler
Metin Karabaşoğlu Bilinmeyen Peygamber

Bilinmeyen Yönleriyle Peygamber

Metin Karabaşoğlu

Zafer Dergisinden alınmıştır

Her şey, ilk kez okuduğumda beni heyecanlandıran bir eseri, son okuyuşumda duyduğum taze bir heyecanla başladı. İlk okuyuşumun üzerinden neredeyse on yıl geçmişti ve bu, belki yedinci, belki sekizinci okuyuşumdu. Bu eseri okumayı seviyordum, zira dünyama Hz. Peygamberin hayatından hatıralar ve hisseler taşıyordu. Bu elbette güzeldi de, son okuyuşumda fark ettiğim bir husus çok daha güzeldi. Edison bin buluşuyla gelse, bu son okuyuşum esnasında keşfettiğim bir hususu onlarla değişmezdim.

Sözü uzatmadan söylemem gerekirse, okuduğum eser, ‘Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ adını taşıyor ve Hz. Peygamberin(a.s.m.) peygamberliğine delil olarak gerçekleşen üçyüzden fazla mucizeyi anlatıyordu. Bu eserde yeni fark ettiğim husus ise, bu mucizelerin tasnif edilme biçimiydi. Kitabın yazarı, ‘kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın gözlemleri’ suretinde yazdığı ‘Âyetü’l-Kübra’ adlı eserin de yazarıydı. Ve, sekizinci okumamda nihayet fark edebildiğim üzere, Hz. Peygamber’in mucizelerini anlatırken, kâinatın bir Yaratıcının varlığını nasıl gösterdiğine dair eserde var olana benzer bir tasnifte bulunuyordu. Âyetü’l-Kübra risalesinde kâinat içinde gökyüzü, yeryüzü, hayvanlar, ağaçlar, cansız maddelerin.. birer ayrı âlem olarak Allah’ı bildirdiği nasıl ayrı ayrı anlatılıyorsa, mucizelere dair risalede de, Hz. Peygamberin mucizeleri, ‘ekser enva-ı kâinattan birer mucizeye mazhar’ olduğu vurgusuyla, ‘taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut.. tâ aydan güneşten, yıldızlara kadar her taife’ye göre tasnif ediliyordu. Sonuç, kâinatın her bir nev’inin ‘kendi lisan-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışladığıydı.

Hz. Peygamberin mucizelerine böyle bakınca, kâinat ile Peygamber’i içiçe, yan yana düşünür hâle geliyordu insan. Peygamber aleyhisselamı kâinat içinde düşünür hâle geliyordu. Benim için yeni olan bir husustu bu; Hz. Peygamber’e dair bakışımı değiştirip geliştiren bir husus...

Bu, fark etmeyi nasip ettiği için Rabbime şükür borçlu olduğum bir husustu elbette. Ama, yine şükürler olsun ki, ilgili risale vesilesiyle keşfettiğim tek husus da değildi. Aynı risalenin sayfaları arasında ilerlerken bir dipnotta karşıma çıkan kısacık bir ibare, bir büyük hakikatin ipucu olarak çıkacaktı karşıma. İbare şuydu: “Kur’ân, İsm-i Âzama mazhar olan Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor.”

Nasıl bu risalenin bütününden kâinat-Peygamber içiçeliği dersini almışsam, onun içindeki bu cümleden de, Kur’ân-Peygamber içiçeliği dersini almıştım. Bu cümle, “Resûlullah’ın(a.s.m.) hayatını merak ediyorsan, en başta Kur’ân’a bakmalısın” diye düşündürmüştü bana. “Onun hayatını bildiren bir siyer arıyorsan, en başta, Kur’ân’ı okumalısın. Onun neye nasıl inandığını öğrenmek istiyorsan, cevabı Kur’ân’da aramalısın.”

Öyle yapmam gerekirdi, zira o, Kur’ân neye bakmayı emrediyorsa ona bakmış, Kur’ân neyin tefekkürünü istiyorsa onu tefekkür etmiş, Kur’ân ne yapmayı emrediyorsa yapmış, neden sakınmayı emretmişse sakınmıştı. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” sözünün zımnında da, işte bu mânâ vardı.

Madem öyle, şöyle bir muhakeme zincirini pekâlâ kurabilirdim. Kur’ân insanı kâinatı tefekkür etmeye çağırıyor; demek ki, Resûlullah kâinatı tefekkür etti. Kur’ân, “Bakmazlar mı göğe; nasıl bina edip süslemişiz?” diyor, demek ki Hz. Peygamber göğe baktı ve bu nazarla baktı. Kur’ân, “Bakmazlar mı dağlara?” diyor, demek ki Hz. Peygamber Kur’ân’ın istediği şekilde dağlara baktı. Kur’ân “Bakmazlar mı kuşlara!” diyor, demek ki Resûlullah “Onları Rahman’dan başka kim tutabilir ki!” diye düşünerek kimbilir kaç kez kuşları seyre daldı. Kur’ân “Bakmazlar mı deveye; nasıl yaratıldı?” diyor, demek ki Hz. Peygamber deveye baktı ve yaratılışı üzerinde düşündü. Kur’ân sivrisineği, yaprağı, narı, üzümü, hurmayı, sütü, inciri, yağmuru, rüzgârı.. Allah’ın varlığının delilleri olarak zikrediyor; demek ki, Resûlullah bütün bunlara bu nazarla baktı, onları bu nazarla gördü.

İşte, ilgili risaleye bir dipnot suretinde yerleşmiş o kısacık cümlenin arkaplanında böyle bir anlam derinliğinin saklı olduğunu keşfettiğimde, en başta farkettiğim içiçelik, üçüçeliğe dönüşmüştü artık. Kâinat-Kur’ân-Resûlullah; içiçe, üçüçe idiler. Öyleyse, Resûlullah’ın kâinata nasıl baktığını Kur’ân’dan anlayabilir; Kur’ân’ın nazarıyla kâinata nasıl bakılacağını da Resûlullah’ın hayatından öğrenebilirim demekti bu...

Buradan gerisi, uzun ama nisbeten kolay bir yolculuktu. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi yazarından yol boyu neye nasıl bakmam gerektiğine dair bir rehberlik edinmiştim. İş yürümeye kalıyordu artık.

Gelin görün ki, her hayırlı hizmetin başına dikilen muzır mani, yakamı burada da bırakmamıştı. İkide bir, böyle bir çalışmaya ‘lâyık olup olmadığımı’ soruyordu bana. İstediği cevap, “Lâyık değilim; o halde bırakayım Resûlullah’ın hayatını öğrenmeyi” dememdi şüphesiz. Büsbütün başarısız olduğunu söyleyemezdim. Ama, kendimi hadislere ulaşma konusunda liyakatsız ve ehliyetsiz bulsam da, en azından liyakatına ve ehliyetine güvendiğim bir büyüğüme ricacı olmayı becermiştim. Aldığı medrese eğitimi, yoğunlaştığı İslâmî araştırmalar, yazageldiği yazılar ve kitaplar, yaşayageldiği hayat itibarıyla ona da liyakatsız diyemezdi ve diyememişti şeytan-ı racîm.

İlgili büyüğüme ‘kâinat içinde Peygamber’i bize bildiren hadisler gözüne ilişirse beni de haberdar etmesi ricamın üzerinden iki hafta geçmemişti ki, bir gün, sonraki seneler boyu bir hatıra olarak dosyalarım arasında sakladığım bir küçük kağıdı masamda gördüm. Peygamber aleyhisselamın Ebu Talha adlı sahabinin Beyruha adlı bahçesine sık sık gidip tefekkür ve tenezzühte bulunduğu yazıyordu bu kısa notta. Elbette, kaynağını da zikrederek.

Sevinmiştim. Doğru iz üzereydim demek ki. Devam etmeliydim.

Ne var ki, fazla zaman geçmeden araya engeller girdi, mekânlar değişti, iletişim imkânları koptu, o yüzden elimdeki birkaç notla kalakaldım. Elimdeki notlar, doğru iz üzere olduğumu gösteriyordu gerçi, ama bu konudaki merakımı karşılamaya gene de kâfi değildi. Daha fazlasını, daha da fazlasını istiyordum; aklı ikna etmekten öte, nefsi de teslime mecbur edecek kadar fazlasını.

Nice hallerden sonra girdiğim yeni iş ortamında ‘iş icabı’ okuduğum bir kitapta karşıma çıkan bir hadis, içimdeki bu merakı tekrar alevlendiren bir kıvılcım oldu benim için. Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve hanımı Hz. Meymune validemizin de yeğeni olan Abdullah b. Abbas, rivayet ettiği bu hadiste, bir gece yanlarında kaldığı Resûlullah’ın gecesini anlatıyordu bize. O sıralar yaşı onbeşe yakın bir gençti Abdullah, uyumayıp Resûlullah’ı gözetlemiş; bir miktar uyuduktan sonra uyanan Resûlullah’ın, yeryüzünde ortalığın sessizliğe büründüğü, şimdiki gibi yerdeki ışıkların perdelemediği karanlık gökyüzünde ise yıldızların olanca güzellikleriyle parıldadığı bir halde evinin avlusuna çıkıp yıldızları seyrettiğini görmüştü. Bu gece manzarasını uzun uzun seyrettikten sonra, “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” âyetini okumuştu Resûlullah. “Onlar göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Rabbimiz!’ derler, ‘Sen bunu boşuna yaratmadın!’” âyetini de... Ondan sonra durmuştu teheccüd namazına.

Okuduğum kitabın bu hadisin kaynağı olarak gösterdiği Buhârî’yi bir bütün olarak taramaya başladığımda ise, hayatımın sonraki on yılının hadislerle yoğrulacağından habersizdim. Bu tarama işlemi sona erdiğinde ilgili risaleden çıkardığım dersin doğruluğuna iyice kanaat getirmiş durumdaydım. Nitekim, elimde sayfalar dolusu notlar, zihnimde ise Kurân-kâinat-Resûlullah içiçeliğine dair, sayfalarda olandan da fazla hatıralar vardı.

Sonra, Resûlullah’ın hayatıyla bir şekilde ilgili belki yüzü aşkın kitabı ‘iş icabı’ okuduğum yıllar geldi. Bu okumalar esnasında, ‘kâinat içinde Kur’ân’ konusu, bir fon müziği gibi arka planda varlığını hep sürdürdü ve her bir okumamdan bu konuya dair malzemeler devşirmemi sağladı. Bunlara ilaveten, Kütüb-ü Sitte’yi ve başka bazı hadis külliyatlarını da taradığımda, Hz. Peygamberin hayatının en önemli veçhelerinden bir kısmının nasıl olup da nazarımızdan saklı kaldığına şaşırıp kalmlış durumdaydım.

Maamafih, saklı kaldığını düşünüyorsam, gün yüzüne çıkarmak boynuma borçtu. Bunlar bir yazıya, hatta bir kitaba sığacak durumda olmasa da; dilimin döndüğü, kalemimin yettiği, sayfaların elverdiği kadarıyla anlatmalıydım bunu. Sözlü olarak bunları aktardığım arkadaşlarımın yüzlerindeki parıltı, bunları kesinlikle yazıya dökmem gerektiğini söylüyordu bana.

Görülen o ki, yazılan siyerlerin elbette kalın harflerle anlattığı kritik olaylara ve özel günlere odaklanan zihnimizden, ‘herhangi bir günü’nde Peygamber tablosu gizlenmişti. Bedir’in, Uhud’un, Hayber’in.. elbette özel bir yeri ve önemi vardı gerçi. Ama, o özel günlerde sergilenen özel haller, ‘herhangi bir gün’de her daim yaşanan bir genel hâlin meyvesi ve neticesiydi. Özel günlerdeki özel hâl, her gün yaşanan hâlin sonucuydu esasen. O halde, özel günlere odaklanmış şekilde yazılan siyerlerin ardında, ‘herhangi bir gün’e dair ‘yazılmayan siyer’e ulaşmalıydı zihnimiz.

İşte, bu ‘herhangi bir gün’ün en aşikâr veçhelerinden biriydi Resûlullah’ın kâinat tefekkürü. Ve, Kur’ân’ın talimiyle onu ‘en güzel örnek’ bilen sahabiler için geçerli olan da buydu. Kâinat ve peygamber. Kâinat ve sahabiler.

Meselâ, bir Bedir’de Hz. Peygamber ile ashabının sergilediği benzersiz tavırdan haberdar olanlarımızın kaçta kaçı, Bedir sonrasında henüz müşrik olan Cübeyr b. Mut’im’in kalbinin ilk kez imana ısındığı şu manzaradan haberdardı ki... Akşam üzeri. Güneş kırmızı bir tepsi suretini almış, son huzmelerini hurmalıkları arasından Mescid-i Nebevîye gönderiyor. Resûl-i Ekrem, kendi ifadesiyle ‘susması tefekkür, konuşması zikir, bakışı ibret bakışı’ olan bir güzel örnek olarak, fikir-zikir-ibret hâli üzere. Etrafındaki sahabiler ise, yeni bir günün dağların arasından kaybolmaya başladığı bu büyük dönüşüm vaktini az sonra okunacak ezanın akabinde namazla karşılamak üzere, abdest için koşuşturuyorlar... Böyle bir akşam üzeri manzarası var mıydı Asr-ı Saadet’e dair zihinlerimizde?

Başka bir akşam üzeri, yanında bir sahabisi olduğu halde gurub eden güneşi seyreden bir Resûlullah manzarası... Bu akşam vakti, yanındaki Ebu Zer’e “Yâ Eba Zer! Biliyor musun, güneş nereye gidiyor?” diye soracaktır Peygamber(a.s.m.). Ebu Zer, o güzelim sahabi edebiyle, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diyecek, bunun üzerine Resûlullah kendi sorusunu şöyle cevaplayacaktır: “Arşın altında Rabbine secde etmeye...” Kâinatın içinde insanoğlunun çıplak gözle gördüğü en büyük şeydir güneş. Ve onu seyre dalan Peygamber, güneş gibi en büyük bir cirmi dahi Rabbinin emrine tâbi sâcid bir âbid olarak seyretmektedir. Bir akşam üzeri güneşi bu nazarla seyrederken, hepimize ‘her sabah başını secdeden kaldırıp Rabbinin huzurunda kıyama duran, ikindi vakti rükûa eğilen, akşam vakti tekrar secdeye kapanan bir güneş tasavvuru’ sunarak hepimize kâinatı seyrin adabını öğretmektedir o.

Onun bu şekilde seyrettiği tek nesne değildir güneş. Ashabından Abdullah b. Selam’ın haber verdiği üzere, “Resûlullah aleyhissalatu vesselam oturup konuştuğu zaman çok sık nazarını semaya çevirirdi” ve nazarını semaya çevirdiğinde gördüğü şey hilâl olduğunda da, doyumsuz tefekkür örnekleri sergilerdi. Bir keresinde, yeni hilâli görüp seyrederek, “(Ey hilâl!) Benim de, senin de Rabbin Allah’tır” buyurmuştu meselâ. Bir diğer vakit, yine yeni hilâle yüzünü dönüp, “Seni yaratan Allah’a inandım” buyurmuştu.

Onun yıldızlı bir gecedeki gökyüzü manzaraları karşısında nasıl bir tefekkür hâli yaşadığını gören tek insan, daha önce zikrini ettiğimiz amcasının oğlu Abdullah değildir bu arada. Bir sefer esnasında gece vakti Resûlullah’ın hâlini merak eden bir sahabi de, uyandıktan sonra yüzünü göğün ufkuna çeviren, daha önce zikrettiğimiz âyetleri okuyan, sonra abdest alıp namaz kılan, sonra yatan, biraz sonra tekrar uyanan, sonra tekrar göğe bakıp yine tefekkür âyetlerini okuyan, sonra tekrar namaz kılan bir güzel örnek görür o kudsî nebînin gecesinde. Hz. Âişe ise, bu hâli Resûlullah’ın gece tefekkürüne dair umumî bir hal olarak rivayet etmekte, onun ilgili tefekkür âyetlerini okuduktan sonra, şöyle dediğini de zikretmektedir: “Bu âyeti okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay hâline!”

Resûlullah’ın karanlık gecede yaldızlı ve yıldızlı gökyüzünü seyredip tefekkür edişine dair başkaca hadisler vardır. Gündüz vakti yine yüzünü göğe çevirip bulutları, kuşları yahut yağmuru seyredişinden haber veren hadisler de o kadar çok sayıdadır. Gök gürleyip şimşek çakınca, dudağından, “Allah’ım bizi gadabınla öldürme, azabınla da helâk etme. Bundan önce bize afiyet ver” duası dökülür Resûlullah’ın. Rüzgâr estiği zaman ise, “Allahım! Senden bunun hayrını ve bunda olan hayrı ve bunun gönderiliş maksadındaki hayrı istiyorum. Bunun şerrinden, bunda olanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden de sana sığınıyorum” incileri sıralanır diline. Yağmur yağdığında ise, göğsünü yağmura açan bir Resûlullah manzarasını tekrar tekrar görür sahabiler. “Bunu niye yaptınız yâ Rasûlullah?” diye soran ashabına verdiği cevap müthiş derecede güzel, müthiş derecede öğretici ve anlamlıdır: “Bu, az önce Rabbiyle beraberdi.” Yahut: “Bunun Rabbiyle ahdi yeni!”

Resûlullah’ın kâinatla içiçeliğine, kâinat içinde kâinatı tefekkür âyetlerini tefekkür ve tezekkür edişine dair en çarpıcı tablolardan biri ise, onun bahçeler ve hurmalıklar içerisinde sergilediğidir. Ensârdan herhangi bir zâtın bahçesine tefekkür için giden Resûlullah tablosu, biz bundan habersiz de olsak, ashabından gizli değildir. Yalnız Ebu Talha’nın bahçesinde ve yalnız Beyruha kuyusu başında görmüş değildir onu sahabiler. Meselâ Ebu’l-Heysem et-Teyyihan, bahçesine su çevirdiği bir vakit Resûlullah’ın bahçesini şereflendirmesi gibi bir lezzeti yaşamıştır. Keza Kuba köyündeki, Gars kuyusunun bulunduğu bahçeye zaman zaman gittiğini bilir sahabiler. Yahut Eris kuyusunun bulunduğu bahçeye. Ki, bir gün Resûlullah’ı arayan ve ne evinde ne mescidinde onu bulamayan Ebu Hureyre onu Neccar oğullarına ait bir bahçede tefekkür hâlinde bulduğu gibi, Ebu Musa el-Eş’arî de bir gün Eris kuyusunun kenarına oturmuş, ayaklarını kuyuya sarkıtmış, bahçe içindeki ilâhî sanat tablolarını seyredip tefekkür eder halde bulmuştur Resûlullah’ı. Ve yazık, çok yazık, çok çok yazık ki, bizim zihnimizden gizlenen, hadislerde açıkça yazıldığı halde gözümüzden ırak düşen bir tablodur bu: bir bahçede tefekkür eden, öyle ki, sıcak bir günde ayaklarını kuyuya sarkıtmış halde tefekkür eden bir Resûlullah... Ne kadar kuşatıcı ve sıcak; ama bizim hayal ve havsalamızdan ne kadar da uzak!

Biliyordum, bu örnekler, kimileri için hâlâ daha, bu ‘kâinat içinde Peygamber’ tablosunu hayal ve havsalaya yaklaştırmada yeterli olmayabilirdi. Biliyordum, zira kendi içimde de bu yönde itirazlar geliştiren biri olagelmişti durmaksızın. Ama, vesveseye düştüm diyen bir sahabisine “İmanını vesvese düzeyine çıkaran Allah’a hamdolsun” buyuran sevgili Peygamberin bu hadisinde dikkat çektiği şekilde, içime üflenen bu şüphe Hz. Peygamberin(a.s.m.) kâinatla içiçeliğine dair yeni, yepyeni yüzlerce delille daha tanıştırmıştı beni: kıyaslar. Zira, Resul-i Ekrem(a.s.m.), zihinlerin hakikate yaklaşmasında bir köprü işlevi gören kıyaslar içerisinde, zımnen, kâinatı nasıl da dikkatle gözlemlediğine, neleri nasıl gördüğüne dair deliller de sunuyordu nazarımıza.

Meselâ, Allah’ın kulları üzerindeki merhametinden bahsederken, “At, yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır” buyuruyordu o. Yahut, “Kalb, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi, şekilden şekle girer” buyuruyordu. Veyahut, Allah’ın sadakayı nasıl büyüttüğünden bahsederken, “Tıpkı” diyordu, “Tıpkı sizin bir tayı veya bir yavru deveyi büyütmeniz gibi.” Mü’min ile münafıkı anlatırken kullandığı misal, hurma ve çam ağaçlarıydı. Kulların ettiği tesbihatın Arşın etrafında nasıl döndüğünü anlatırken kullandığı misal ise, “kovan etrafındaki arıoğulu’ misaliydi.

Şu temsiller de, onun kâinatı nasıl gözlemlediğine ve kâinat üzerinden nasıl bir tefekkür hasıl ettiğine dair güzelim örneklerdi; ama yegâne örnekler değil:

“Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcırböcekleri ve pervaneböcekleri düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”

“Kur’ân okuyan mü’minin misali portakal gibidir. Kokusu güzel, tadı hoştur. Kur’ân okumayan mü’minin misali hurma gibidir. Tadı hoştur, fakat kokusu yoktur. Kur’ân’ı okuyan facirin misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur’ân okumayan facirin misali ebucehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.”

“Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.”

Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler.”

“Şüphesiz ki, Allahu Teâlâ sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat parçalayan erkeklere buğzeder.”

“Sübhanallahi velhamdulillahi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber demeyi tavsiye ederim. Zira bu kelimeler günahları döker; tıpkı ağacın yaprakları dökmesi gibi...”

Hz. Peygamberin(a.s.m.) aklı bir hakikate yaklaştırmak için kullandığı böylesi kıyas ve temsiller ile farkına vardığım bir diğer özelliği de vardı: gündelik hayatın içinde sergilediği tefekkür hâli... Meselâ, Medine için, “Burası Taybe’dir. Deccal’i sürer çıkarır—tıpkı körüğün demirin pasını çıkardığı gibi” buyuruyordu o. Tutulduğu sıtmaya söven bir kadına ise, “Sakın hummaya sövme. Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir—tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi” buyurmuştu bir keresinde. Bir başka sözünde, yine ‘körük’ misali vardı: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”

O, o zaman, hatta şimdi bile çok insanın gördüğü bir gündelik hayat manzarasından bu hakikatleri devşirmişti işte. Bir demirci dükkanında gördükleri, birbirinden güzel böylesi hakikatlere misal olmuştu onun dünyasında. Evet, âyetin söylediği üzere, müşrikler çatlasa da, patlasa da, ‘çarşı pazarda dolaşan’ bir kudsî nebiydi o. Ve, çarşı pazarda dolaşırken gördüğü bir manzaradan çıkardığı bu güzelim derslerle, gündelik hayatın içinde her hâlükârda çarşı pazarda da bulunan bizlere, ‘gündelik hayat’ı tefekkür konusu yapmanın dersini veriyordu.

Gözünü sevdiğim, özünü sevdiğim, sözünü sevdiğim o şanlı nebînin gündelik hayatın içinden çıkarıp devşirdiği başka öylesi misaller vardı ki bizimle hakikat arasında bir güzel köprü olan. Hangisini seçip koysaydım ki? Hepsi güzeldi. Galiba, en doğrusu, birkaçını zikredip, gerisini meraklı nazarların hadis yolculuklarına havale etmekti:

“Haset hayırları yer bitirir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi...”

“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kulunun tevbe etmesinden dolayı duyduğu hoşnutluk, herhangi birinizin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha büyüktür.”

“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”

“Benim dünyayla alâkam ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.”

“Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır; Allah’ın koruluğu da haramlarıdır...”

Susması fikir, konuşması zikir, bakışı ise ibret bakışı olan kudsî nebi, gündelik hayatın içinden böylesi fikirler ve ibretler çıkarıp sunmuştu bize. Böylece, en önemlisi, gündelik hayatı tefekkür ve ibret konusu yapmanın yolunu ve usulünü sunmuştu.

Onun gündelik hayatın içinde sunduğu ve ne yazık ki yeterince bilinmeyen bir husus ise, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ olarak yaşadığı mütevazi hayatta. Yamalı pabuç giymekten erinmeyen, sert arpa ekmeği yemekten çekinmeyen, evini süpürüp söküğünü dikmeyi ar edinmeyen bir büyük tevazu timsaliydi o. Medine’nin çocukları ise, yeni gelmiş turfanda meyveleri en önce kendilerine ikram eden, oyunlarını seyredip zaman zaman tezahüratta bulunan, kendilerini devesinin terkisine almasıyla şereflendikleri bir nebi olarak tanımışlardı onu.

On sene hizmetinde bulunan Enes ise, onu, diğer çocuklardan çok daha fazla tanıyordu. Ana bir kardeşi Abdullah’ı doğduğunda ona götürdüğünde, kendisini devesine katran sürer halde görmüş ve bu tevazu tablosunu hiç unutmamıştı. Kuşlarla oynayan bir diğer kardeşi Ebu Umayr’ın bir kuşunun ölümü üzerine duyduğu üzüntüye mukabil, Hz. Peygamberin onu taziyeye gidişini de. Hiç mi hiç unutamadığı ise, on senelik hizmeti boyunca, unuttuğu veya yanlış yaptığı şeyler de olsa, kendisinden asla bir çirkin söz veya bir azar duymamış olmasıydı.

Nasıl duyabilirdi ki? Onu, Ensârdan bir zâtın bahçesine girdiğinde kendisini farkedip inleyen ve gözlerinden yaşlar akan bir devenin yanına gidip, devenin gözyaşlarını silen, sahibine ise bundan sonra ona iyi davranmasını emreden biri olarak da tanıyordu. Deveye bu kadar şefkat eden bir nebi, insana, hele Enes gibi bir gence, hele Ebu Umayr gibi bir çocuğa neden şefkat etmesindi ki?

O ki, bir diğer genci, Zeyd b. Erkam’ı gözündeki bir ağrı sebebiyle ziyaret edendi.

O ki, Sabit b. Kays b. Şemmas’ın hasta iken yanına gidip, “Ey insanların Rabbi! Sabit b. Kays b. Şemmas’tan acıyı kaldır” diye dua edendi.

O ki, bir Yahudi gencinin hastalandığını duyduğunda ziyaretine giden, başucunda oturan, İslâm’a davet eden, yanında duran babasının da onay verdiği bir atmosferde gencin şehadet kelimelerini söyledikten sonra vefat etmesi üzerine de, “Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun” diyendi.

O ki, yirmi gün boyunca yanında bulunan Malik b. Huveyris gibi bir grup genci, anne-babalarını özlediklerini anlayınca, özledikleri yere gönderirken, “Resulullah(a.s.m.) çok merhametli ve şefkat dolu bir kimseydi” diye bir iz bırakmıştı dünyalarında.

Şefkati, merhameti ve nezaketi o derece idi ki onun, defaatle uyarmıştı sahabilerini: Bir meclisin içinden geçerken, sırtınızda veya elinizde ok varsa, okun demir kısmını tutun ki, birine zarar vermeyin. Birine kınından çıkmış kılıç uzatırken, kabzasını tutabileceği şekilde uzatın ki, eli zarar görmesin. Bir mecliste size meselâ hurma ikram edilmişse, arkadaşlarınızdan izin almadan hurmayı ikişer ikişer yemeyin.

Gündelik hayatın içinde, tefekkürüyle birlikte, böylesine incelikli, böylesine nezaketli, böylesine latif, böylesine şefkatliydi o.

Öyle ki, ona ikramda bulunmak, hiç kimseye ağır gelmez; zira hiç kimse, onun hiçbir vakit bir yemeğin aleyhine laf ettiğini görmezdi. Yemekte de, yapanda da kusur aramazdı o. Üvey oğlu Hind’in söylediği üzere, “Ne kadar ince olursa olsun nimete saygı gösterirdi. Nimetin hiçbir şeyini kınamazdı.” Sirke ve ekmekten başka birşeyin olmadığı sofralar, “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!” diye tekrarladığına şahit olmuşlardı onun. Etrafında cüzzamlı bir kimsenin bulunduğu bir sofra, cüzzamlının elinden tutarak, kendisiyle birlikte elini tabağa koyup “Allah’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!” buyurduğuna şahit olmuşlardı onun. Yemek yemekte zorlanan bir hasta, yumuşaklığına binaen, “Kek ister misin?” diye sorduğuna şahit olmuştu onun.

O ki, sahabisi İbn Ebi Evfa’nın anlattığı üzere, “Dul ve miskinlerle beraber yürümekten ar duymazdı.” O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o, yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almıştır. Öyleyse, yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” buyurandı. O ki, kendisine gelip “Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diye soran bir adama, “Her gün yetmiş kere affet!” buyurandı.

Böylesi nice örneğin şahitliğinde, rahmet peygamberiydi o. “İnsanlara merhametli olmayana Allahu Teâlâ merhamet etmez” diye de uyarandı.

Onun merhameti, insanlarla sınırlı da değildi ayrıca. Bir sefer esnasında, sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan görmüştü de, bir sahabisine, herkes geçinceye kadar orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretmişti. Develer, karıncalar, kuşlar, hatta haşerat bile, onun rahmet yüklü tavsiyelerinden hissedar olan mahluklardı. Mahlukat için, “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!” buyurandı o. “Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı (atışlarınıza) hedef ittihaz etmeyiniz” buyurandı. “Haksız yere bir kuş veya daha küçük bir hayvan öldüren insana Allah mutlaka onun hesabını soracaktır” buyurandı.

Bütün bu tavsiyelerinin ardında ise, şu hikmet vardı: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler.”

O kudsî nebinin nazarımızdan bir derece saklı kalan bir özelliği ise, Rabbimizin küllî rububiyetine karşı sergilediği eşsiz ubudiyet hâliydi. Bu noktadaki dikkatine ve hassasiyetine işaret eden o kadar sözü ve o kadar hatırası vardı ki...

Mutruf b. Abdullah’ın babası bir örneğini zikrediyordu bunun. Kendileri, Benî Âmir heyetiyle İslâm’ı kabul niyetiyle Hz. Peygambere gidip ona “Sen bizim efendimizsin” diye hitap ettiklerinde, “Efendi, Allah’tır” cevabıyla karşılaşmışlardı.

Abdullah b. Büsr ise, kendisinin hazırlayıp Peygamber meclisine getirdiği genişçe bir yemek kabının etrafında biriken sahabiler arasında diz çöküp otururken görmüştü Resûlullah’ı. Ne ki, orada bulunan bir bedevî, garipsemişti bunu. Bir Peygamber, nasıl böyle mütevazi bir halde yemeğe iştirak etsindi ki? Cevap, onun gibi bir peygambere yakışandı elbette: “Allah beni mütevazi bir kul olarak yarattı, kibirli, kasılan biri yapmadı.”

“Yâ Rasûlallah! Benim övmem bir yüceltme, yermem de alçaltmadır” diyen Akrâ’ b. Hâbis ise, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın cevabı karşısında müthiş derecede sarsılmıştı: “Böyle yapmak Allah’a mahsustur.”

Benzer şekilde sarsılan bir diğer kişi, Rübeyy binti Muavviz’in düğününde hamasî şarkılar söyleyen cariyeydi. Resûlullah’ın o ortamda varlığını farkedince, “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” diye bir söz eklemişti şarkısına cariye. Resûlullah’ın cevabı bir ubudiyet zirvesiydi: “Gaybı ancak Allah bilir.”

Devesinin kaybolduğu bir sefer ânında, münafıkların “Bu ne biçim Peygamber! Devesinin yerini bile bilmiyor” diye dolaştırdığı laflar kulağına geldiğinde söyledikleri de, manidardı: “Ben bilmem; ben bana bildirileni bilirim.”

Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o: “Dünyada yükselen birşeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunudur.”

O böyle diyebilirdi, zira, Rabbini teşehhüd ile selâm arasında “Öne geçiren de Sensin, geride bırakan da Sen” diye tesbih eden bir nebiydi o. “Bir kul Allah rızası için mütevazi olur, alçalırsa, Allah onu mutlaka yüceltir” diyen nebiydi. “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir” buyuran ve çokça secdede bulunan bir kudsî nebi olarak, “Ben ona günde yüz kere tevbe ederim” de buyurandı. Zira, sergilediği benzersiz ubudiyete rağmen, Rabbine, “Seni lâyık olduğun şekilde sena edemem. Sen kendini sena ettiğin gibisin” diyerek yalvaran ubudiyet zirvesi oydu.

Onun ‘herhangi bir günü’ne baktığımızda, karşımıza, kâinata, gündelik hayata ve de insanın kendi iç dünyasına tam bir dikkat ve rikkatle bakan bir tefekkür ve ubudiyet örneği çıkıyordu karşımıza velhasıl. Burada sunulanlar ise, buna dair, bir kısım örnekler ve delillerdi yalnızca. Bunun tam delili ise, yazılan binlerce hadis külliyatında ve bir o kadar siyerde bin senedir mahfuz halde bulunuyordu. Hepsinden de önce, Kur’ân, her bir âyetiyle, Resûlullah’ın hayatını anlatıyordu bize; neyi nasıl yapıp neye nasıl baktığını ve neye nasıl inandığını anlatıyordu.

Bir keresinde, “Kim bir musibete uğrarsa, benim yokluğum sebebiyle maruz kaldığı musibeti hatırlasın. Çünkü bu, en büyük musibettir” buyurmuştu o kudsî nebi. Bunun en büyük musibet olduğunu gösteren bir vâkıa, onun yokluğunda, onun sergilediği hâl ile aramıza giren, onu bütün yönleriyle tanımamızı engelleyen manilerdi.

Yine de, büsbütün ümitsiz bir durum da yoktu ortada. Zira, geride emanet olarak bıraktığı, elçisi olduğu Hz. Kur’ân aramızdaydı lillahilhamd. Gereğince okumuyor, lâyıkınca amel edemiyor da olsak, aramızdaydı gene. Onun hayatından hatıraları bugünlere taşıyan hadis ve siyer ciltleri, bakışımızın darlığı ve odaklanma biçimimizin noksanlığı yüzünden kendilerinden gereğince istifade edemesek bile, erişilebilir haldeydi yine.

Ve, onun gibi, biz de içindeydik kâinatın. Biraz dikkat ve gayret, onun bize hatıra bıraktığı kâinat karşısında, o Fahr-i Kâinat aleyhisselamın sergilediği tefekkür ve tezekkür iklimine götürebilirdi yine... Yıldızlı gece, mehtaplı akşam, çatlamış toprak, yağmur damlası, gözüyaşlı bir hayvancağız, rüzgârda uçuşan bir tüy, demirciler çarşısı, attar dükkanı, dökülen yapraklar, yüzdeki ben, portakal, reyhan, ebucehil karpuzu, bulut, kuşuyla oynayan bir çocuk.. kısacası gördüğümüz her ne varsa, onun örnekliğinde bizim için bir tefekkür ve ibret konusu olduğu gibi, bize onu hatırlatan bir hatıraya da dönüşerek, onun aramızda yokluğundan hasıl olan hüznümüzü de biraz olsun hafifletebilirdi.

Tıpkı, bana onu bu şekilde hatırlatan Mucizat-ı Ahmediye müellifi Bediüzzaman için olduğu gibi...

Kimbilir, bu yolda yürümek için, içtenlikle isteyerek, dergah-ı ilâhîye ‘özel’ bir dua bırakmamız yetiyordu belki de. Onun öğrettiği bir dua, sözgelimi. Onun sıkça dediği gibi, “Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl” mı demeliydik peki? Yoksa, yine onun dediği üzere, şöyle de denilebilir miydi:

“Allahım! Senden, Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!”

Metin Karabaşoğlu