Metin KarabaşoğluYazar |
Edebin adresi Efendimizdir
18 Nisan 2011
Hz. Peygamber’in hayatına, sünnetine, hadislerine nüfuz ettikçe onu ‘incelikler Peygamberi’ şeklinde tarif ettiğimizde, edeb isteyen için, hangi zamanda ve zeminde yaşıyor olursa olsun, ‘en güzel örnek’ olarak Hz. Peygamber’in sünneti yeterlidir.
Müslüman toplumların ve İslâm medeniyetinin tarihine dair en özenli Batılı çalışmaların belki de başında gelen İslâm’ın Serüveni’nde Marshall G.S. Hodgson, bir kavramsal ayrım yapar: ‘İslâmî’ ve ‘İslâmîleşmiş.’
Hodgson, bu tasnifiyle saf, katışıksız bir şekilde İslâmî olan ile önceden var olduğu halde ‘İslâmîleşen’ kurum, durum ve değerleri ayrıştırır.
Meselâ Bizans’ın veya Sâsânî’nin saray kültürü, özünde ‘İslâmî’ bir şey değildir. Kur’ân’ın mü’minlerden istediği, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) hayatıyla gösterdiği yaşama biçiminin bu saray kültürü olduğu söylenemez.
Bununla birlikte, Bizans’ın ve Sâsânî’nin saray kültürü, özellikle Emevîlerle birlikte Müslümanları da etkilemiş; öte taraftan Müslümanlar bu kültürü kendi değerleriyle harmanlayarak ‘İslâmîleştirmiş’lerdir.
Böylece, ‘İslâmî’ olmayan ama ‘İslâmîleşmiş’ bir dizi unsur çıkmıştır hayat sahnesine.
Görgü anlayışında seküler bir damar var
Hodgson’ın, üç ciltlik eserine yayılan bu dikkate değer kavramsal ayrım çerçevesinde ‘edeb’e saray kültürünün hâkim değeri olarak müstakil bir bölüm ayırması da son derece anlamlıdır. Sahabelerin temsil ettiği ilk Müslüman toplum sünnet-i seniyye merkezli bir hayat yaşarken, Bizans ve Sâsânî saray kültürünün ‘İslâmîleşerek’ Müslümanların dünyasında yerini almasıyla birlikte, doğrudan sünnetle rekabet etmeyen, ama birebir sünnetle örtüşmeyen yeni bir değerler, tavırlar, fiiller manzumesi çıkmıştır ortaya.
Bu değerler manzumesi, bir kez daha belirtelim, sünnetle doğrudan çatışmaya girmemiştir. Ama katışıksız surette İslâmî olanı temsil eden sünnete kıyasla, bir ‘katışıklılık’ durumunu ifade eden ‘İslâmîleşmiş’ muhtevasıyla, İslâm toplumlarında ‘seküler bir yaşayış’ın mayası niteliğinde olagelmiştir.
Diğer bir deyişle, ‘edeb,’ ‘âdâb-ı muaşeret,’ ‘görgü,’ ‘yüksek kültür’ veya her ne denilirse denilsin, bu çizgide ‘seküler’ bir damar vardır. Zira, ‘İslâmîleşmiş’ olsa da, özünde ‘İslâmî’ değildir.
M.G.S. Hodgson, Âl-i İmran sûresinin tarifiyle ‘mârufu emreden, münkeri nehyeden en hayırlı bir ümmet’ olmak üzere yola koyulan İslâm toplumunun serencâmını İslâm’ın ilk günlerinden 1960’lara uzanan bir süreç dahilinde incelerken, sünnetle memzuç olmayan bu saray kültürünün ‘edeb’iyatına sık sık atıfta bulunur.
Sünnetin alternatifi olarak sunulmuş
İslâm tarihine dair sair çalışmalara da bu çerçeveden bakınca, yığınla malzeme birikir zihnimize.
Anlarız ki, bu kültür sünnet-i seniyyenin güçlü olduğu zeminlerde varlığını bir ‘tâbiiyet’ ile sürdürmüş; ama mü’minlerin sünnet-i seniyyeye tâbiiyetinin zayıfladığı zeminlerde, özellikle de modern zamanlarda sünnetin rakibi, hatta alternatifi bir konumda kendisini sunmuştur.
Müslüman toplumların modern zamanlardaki tarihine baktığımızda, bu vâkıa kendisini kolayca belli eder. ‘Modernite,’ İslâm toplumlarına kendisini dayatarak gelmiştir; ama onu seve seve kabullenen bir kesim de muhakkak var olmuştur. Hemen her Müslüman toplumda asker veya sivil, aristokrat veya seçilmiş, bir iktidar seçkinleri zümresi, modernitenin ‘âdâb’ını gönüllü olarak benimsemiş ve giriştikleri toplumu ‘modernleştirme’ teşebbüsünde ‘asrî âdâb-ı muaşeret’e dayanarak toplumu ‘terbiye etmeye’ girişmiştir. İşte bu girişimde, ‘âdâb-ı muaşeret,’ sünnet-i seniyyenin alternatifi olarak çıkar karşımıza. Sünnet-i seniyyeye riayet aşağılanırken, ‘bid’a’ kavramının kapsama alanı içindeki nice şey ‘görgü kuralı’ olarak meşruiyet kazanır.
Sünnet neden yobazlık gibi sunuluyor?
Bu noktadan bakılırsa, Türkiye toplumunun ne Osmanlı’nın son döneminde yaşadığı çifte kişilikli ve çifte yaşantılı hal, ne de Cumhuriyet’in kurucu elitleri tarafından sünnetin ‘çöl âdeti’ diye aşağılandığı bir zeminde devlet zoruyla Batı-menşeli bir ‘âdâb-ı muaşeret’in talim ve tatbik edilmesi tesadüfî bir hal değildir.
‘Semboller ülkesi’ Türkiye’de hâlâ daha kökenini sünnetten alan birçok edepli halin ‘kabalık,’ ‘görgüsüzlük,’ ‘geri kafalılık,’ ‘yobazlık’ diye sunulması bu sebeptendir.
Meselâ, yemeğine demir batırarak yemenin ‘görgülülük,’ eline alarak yemenin ‘kabalık’ olarak lanse edilebilmesi; çatalı tabağın soluna veya sağına koyma yahut sola konulmuş çatalı sağa alma tutumuna göre bir insanın ‘medenîliğinin’ ölçülebilmesi; mütedeyyin bir erkeğin veya mesture bir hanımın ‘aydın fikirli’ olup olmadığının kıstası olarak karşı cinsten birinin elini sıkıp sıkmadığının öne sürülebilmesi durduk yerde gerçekleşen ‘masum’ veya ‘yüzeysel’ tartışmalar değildir.
İlâhî veya nebevî bir temele dayanmayan kimi tutum ve davranışlar medenîlik göstergesi olarak mutlaklaştırılır ve ‘saygı’nın ötesinde ‘itaat’le karşılanmaları beklenirken; hayatı ilâhî tasdik ve takdire mazhar Peygamber (a.s.m.) sünnetine dayanan kimi tutum ve davranışlar ‘itaat’i geçelim ‘saygı’ dahi görmüyorsa, bu basit bir gerilimden öte bir duruma işaret etmektedir.
“Köylülükten kurtulma”
Bediüzzaman Said Nursî’nin, devlet eliyle ‘âdâb-ı muaşeret’ kitapları basılıp dağıtılan bir zoraki modernleşme zamanında ‘Tiryak-ı Marazi’l-Bid’a’ üst başlığıyla “Sünnet-i Seniyye Risalesi” yazması, bu bağlamda ele alınırsa, manidardır. İlgili risalede, “Sünnet-i seniyye nurdur, edebdir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın” gibi, “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir. Onun sünnet-i seniyyesini terk eden, edebi terk eder” gibi vurguların yer alması da.
Bütün bu hususları üst üste koyduğumda, ne zaman kökenini sünnetten almayan bir ‘görgü,’ ‘talim ve terbiye,’ ‘âdâb-ı muaşeret’ vs. söylemi ile karşılaşsam bende hâsıl olan ruh hali, teyakkuz ve tedirginliktir.
Yine bu yüzden, bugünün ehl-i dininin ağzına bile çok rahat yapışmış olan ‘köylülükten kurtulmak’ kabilinden söylemler beni rahatsız etmektedir. Çünkü ardı sıra gelen ‘medenîlik’ adresi Medinetü’n-Nebî’ değil; bilakis Paris, Londra veya şimdilerde New York, San Francisco veya Miami’dir.
En güzel örnek O’dur
Hz. Peygamber’in hayatına, sünnetine, hadislerine nüfuz ettikçe onu ‘incelikler Peygamberi’ olarak da tarif etmenin yerinde ve gerekli olduğunu hissetmiş biri olarak şunu söyleyebilirim ki, edeb isteyen için, hangi zamanda ve zeminde yaşıyor olursa olsun, ‘en güzel örnek’ olarak Hz. Peygamber’in (a.s.m.) sünneti yeterlidir.
Sünneti reddetmese bile bagaja koyan bir ‘edeb’ ve ‘görgü’ yaklaşımı ise, benim gözümde, kalplere ve zihinlere yer etmeye başlayan bir ‘sekülerizasyon’un habercisidir.
Zaten o yüzden, bugünün mü’minlerinin genel durumu, algıları, beklentileri ve halet-i ruhiyesi katışıksız surette ‘İslâmî’ olana bedel ‘saray kültürü’nü sözüm ona ‘İslâmîleştirme’ yolunu seçen Emevîlerin durumunu çağrıştırıyor.
Baktığımızda, Emevîler sünneti reddediyor değillerdi. Ama yordamını kimin göstereceğini Hz. Peygamber daha hayattayken ‘Ehl-i Beyt’ olarak bildirmişti:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Resûlünün sünneti.” (bk. Muvatta, Kader 3)
“Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın Kitabı’dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün.” (bk. Tirmizî, Menâkıb 77)
Sünnet-i seniyyeye karşı nasıl bir halefiz?
Ehl-i Beyt gibi mi, Emevîler gibi mi?
Metin Karabaşoğlu'nun Sitemizdeki Yazıları |
Metin Karabaşoğlu'nun Sitemizdeki Yazıları |