Kanaatimce...

Anasayfa Fıkralar Öyküler Güzel Sözler
Metin Karabaşoğlu Miraç ve sünnet

 

Miraç ve Sünnet

 

Metin Karabaşoğlu

Yeni Asya Gazetesi

 

26 Kasm 1997

 

Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) Mi’rac’ını nasıl yorumladığının, bir insanın başkaca özelliklerini de haber veren bir turnusol hükmünde olduğunu söylesek, galiba yanlış söylemiş olmayız. Mi’rac Risalesi müellifinin de belirttiği üzere, bu mi’rac, “erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir” dolayısıyla, mi’rac üzerindeki tereddütler imanın asıllarında düşülen bazı zaafların habercisidir. Bu babda meselâ mi’racı bedenen değil, yalnızca ruhen gerçekleşen bir yolculuk bir nevi rüya olarak değerlendiren kimi kesimler vardır; ve böylesi kişilerin aynı zamanda “modernist İslâm”ın bayraktarı olması manidardır., modern dünya insanı kuru ve mutlak bir akılcılık aşılamakta; herşeyi sebepler dairesinde açıklama iddiası taşımaktadır.

Modernist olan, dolayısıyla determinizm mahkûmu “modern akl”a teslim olan biri, bedenen mi’racı gerçekleşmesi elbette hem zaman, hem mekân itibarıyla mümkün görmez. Çünkü onun mekânı şu üç boyutla sınırlıdır. Keza “bast-ı zaman” gibi ona göre “olağanüstülük”lere dünyasında pek yer yoktur. Dahası zamanın izafiliği konusunda, bir madern olan Einstein kadar kafa yormuş değildir. Çünkü, 19. asır pozitivizminini henuz aşmamıştır.Mi’rac, bu bakımdan her bir şeyin varoluşunu nasıl anlayıp açıkladığımız konusuyla ilgilidir. Yağmurun yağışını buluttan, taşın düşmesini yerçekiminden bilen biri, Resul-i Ekrem’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya ve oradan semavî menzillere, tâ Sidretü’l-Münteha’ya kadar uruç edişini elbette anlayamaz. İnsan şu kalın sebepler perdesini aralayıp incelttiği, diğer bir deyişle bu kalın perdeleri şeffaf “pencere”lere dönüştürdüğü ölçüde mi’racı anlama noktasına yaklaşır.

“Sebeplilik” problemini çözmeyen mi’racı ya takliden kabul etmeye, yahut te’vile kalkışıp “rüyadır, rüya gibi birşeydir” demeye mecburdur. Zaman ve mekânı Sani-i Zülcelâline teslim edemeyen zaman ve makânın bilinen sınırları içinde düşünüp akletmeye mahkûmdur. Mi’raca bakışın melekûtu nasıl anladığımız, “cisim” denilen şeyi nasıl gördüğümüz, Muhammed-i Arabî’yi (a.s.m.) nasıl tanıdığımız ile elbette ilgisi vardı. Onun Muhammed-i Latif olduğunu bilen biri bedenen mi’racı nasıl akıldan ırak görebilir? O, ruhunun tertemiz bir ayna olarak dosdoğru Rabbini görüp göstermesinin, yani ruhundaki letafetin ve şeffaflığın talimini o derece güzel yapmıştır ki, sair kabiliyetleri, duyguları, hatta cismi dahi dosdoğru Rabbine müteveccihtir. Resul-i Ekrem’in gölgesiz oluşu, onun ulaştığı bu letafetin mucizevî bir delilidir. Gölge, aydınlık katı bir cismin üzerine yansıdığında gerçekleşir. Zaten saydam olan her zerresi ile O’nu tesbih eder hale gelen bir cismin niye gölesi olsun ki? Aynı cismen dahi latif olmasının başkaca mucizevî örnekleri de vardır. Meselâ, onun eline aldığı taşların insanların anlayacağı dilden Rablerini anışları, onun eline aldığı bir kertenkelenin kelime-i şehadetli terenmim edişi bunun örneğidir. Böyle nuranîleşen bir cisim ve cesed elbette latif ve şeffaf olan ruh-u Muhammedi’ye arkadaş olacaktır., başka pek çok kritik konuyu imanî bir temelde algılayıp algılamadığımızı ele veren Mi’rac hadisesinin yine hepimize, bu arada bilhassa “modernist”lerin derdine bakan bir veçhesi daha vardır.

Selef-i salihîn arasında mi’rac ile sünnet-i seniyye arasındaki alâka üzerinde ciddi bir müzakere sözkonusu olmuştur. Bilinen en net izah onun “velayet”i ile Mi’rac’a çıkıp, “risalet”i ile geri döndüğüdür. Yani, halktan Hakka elçi olması, bütün mahlukatın tesbihat ve tabiyyatını Rabbine ileten en mükemmel kul olması hasebiyle Mi’rac’a davet edilmiş ve Rabbi tarafından O’nun esma ve sıfatını en a’zam mertebede bildirmek üzere, resul olarak halka gönderilmiştir. Bu bakımdan Mi’rac Resul-i Ekrem’in, Mi’rac-öncesi hayatına dair ilahî bir teyid hükmündedir. Mi’rac ile Rabbü’l âlemin onun o güne dek sergilediği hal ve tavırların, Kendisine tam bir kul olmanın icaplarını bihakkın taşıdığını tasdik etmiştir.İşte, selef-i salihînin bu muhakemeden çıkardığı ders mi’racın Resul-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesinin Allah izdinde mucizevî bir surette tasdiki anlamını da taşıdığıdır. Mi’rac ile, Rabbü’l-âlemîn, onun “sıradan” görünen tavır ve hallerinde bile bir ubudiyet talimi, bir esma-ı hüsna dersi bulunduğunu teyid etmekte, dolayısıyla bizi de sünnet-i seniyyeyi lâyıkınca ciddiye almaya davet etmektedir. Mi’rac daracık modern aklına sığıştıramadığı için “ruhanî” bir yolculuk’la veya “rüya”yla izaha kalkışan insanlar, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnet-i seniyyesini de ya aklına sağıştıramadığı -açıkçası, nefsinin işine gelmediği yerde- bu sünnetin bildirildiği hadisleri mevzu sahib değil vs. bahanesiyle inkâra ya da tevile kalkışırlar veyahut “yaşayan sünnet” gibi sünnetin aslını bozmaya mâtuf müthiş fitneler tezgâhlayanların da ta kendileridir.

Ne ise...mesele bir köşe yazısının hudutlarını çok çok aşıyor ama ayrıca bir köşe yazısında en azından ipuçları bırakılmasını da gerektiriyor. En azından “mi’rac”ın ve “sünnet”in öyle sıradan şeyler olmadığına dair birkaç ipucu bırakabilmiş isem, ne mutlu bana. cümlemizi Mi’rac’ın dersini alan böylece ruhunu cesedine hapsetmekten vazgeçip cesedini ruhuna arkadaş eden, mülkün ardanda melekûru sebeplerin ardında kudret-i mutlakayı her daim gören ve de Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetini hayatının ekseni kılan insanlardan eylesin. Mi’rac gecemizi buna mümasil binler sır içinde idrak etmemiz duasıyla.

Metin Karabaşoğlu