Prof. Ahmet Battal’dan açılım ötesi sözler
Prof.
Dr. Ahmet Battal, Demokratik Açılım tartışmalarını RisaleHaber'e değerlendirdi
Röportaj:
Nurettin Huyut-Risale Haber
Prof Dr. Ahmet Battal
Kimdir?
Aslen Fatsalıdır. 1980
öncesi sağ sol çatışmalarını iyi bilir. Terörün en yoğun olduğu, Ortabağ,
Taşdelen katliamlarının yaşandığı dönemde 80’li yılların son çeyreğinde
Uludere’de 2,5 yıl hakimlik yaptı. Özel Harekatla birlikte çalıştı, hatta kendi
ifadesi ile “özel harekatla bu konuda çok tartıştı.”PKK’nın şehre indiği ve şehir çatışmalarını yakından
yaşadığı bir dönemde 91-94 yılları arasında üç yıl Diyarbakır’da hocalık yaptı.
Bu dönemde de bu tartışmaları yoğun yaşadı.Kendini yenileyen, yeniliklere her zaman açık bir insan. Yine kendi
ifadesiyle “eskiden de bir anlamda milliyetçiydim, şimdi de vatansever
milliyetçiyim ama ikisi arasında dağlar kadar fark var.” Halen üniversitede
hocalık yapıyor.
İşte Prof. Battal'ın çok enteresan görüşleri.
Hükümetin başlatmış olduğu
“Demokratik açılım süreci” sağlıklı yürüyor mu? Bu şekilde devam ederse istenen
ve beklenen sonuç elde edilecek mi?
Kanaatim şu, “Kürt Açılımı” hükümetin başlattığı bir uygulama değil. Öyle olması
da beklenmez. Bu hükümet, bu konularda epeydir sessiz kalmışken nihayet konuşmak
gereğini duydu. Hükümet dışında zaten birileri konuşmaya devam ediyordu. Hükümet
şimdi konuşmaya ve konuşturmaya çalışıyor.
Bu bir
siyasi tercihtir. Doğru bir siyasi tercihtir. Her hükümetin yapması gereken bir
şey. AKP kendi iktidarının ilk yıllarında yapamadı ama, şimdilerde, hangi
sebeple veya hangi saikledir bilemem ama yapmaya başladı, yapıyor, iyi yapıyor.
İyi ki de konuşuluyor, konuşmaktan kimseye zarar gelmez. Zaten konuşamadığımız
için kavga ediyoruz. Konuşan insanlar anlaşamasalar bile birbirlerinin derdini
anlayabilirler. Konuşmak iyi olur.
Peki hükümetin niyeti
nedir?
Hükümetin niyeti bence iyi. Denebilir ki, “hükümetin amacı siyasi gelir elde
etmektir.” Olabilir, pek tabiidir bu. Her hükümetin niyeti, amacı siyasi gelir
elde etmektir. Her hükümet, oyunu arttırmak için politika yapar, bu siyasetin
gereğidir, demokrasinin gereğidir. Bunun aksini iddia edenlerin ben demokrasiyi
anlamadıklarını düşünüyorum.
Bu bir
siyasi konu mudur, siyasete alet etmemek gerekmez mi? diye soranlar oluyor. Tabi
ki, siyasi bir konudur ve öyle olmalıdır. Zaten bir konu siyasi konu olursa
halledilmesi kolay hale gelir demektir. Siyaset üstü olsun demek, çözülmesin
öyle kalsın demekle eşdeğer.
Süreç sağlıklı yürüyor mu?
Şu anda sağlıklı yürümüyor. Ama sağlıklı yürümemesinin tek nedeni hükümet
değil. Hükümetin de bu konuda bazı eksiklikleri var. Hükümetin eksiklikleri
hükümetin hazırlıklı olmamasından kaynaklanıyor. Şükür ki hükümet veya AKP
içerisinde etkin durumunda olan ve çözümün gerçek yöntemini bilen Güneydoğulu
bazı milletvekilleri var, bu iyi.
Hükümetin hazır olmaması ne
demek?
Şunu
kastediyorum. Dindarların bir kısmı maalesef farkına varmadan milliyetçidirler.
Farkına varanlar zaten kendilerini milliyetçi olarak tarif ediyor. Onlarla
anlaşmakta problem yok. Onların çözüme katkısının nasıl olması gerektiğini yine
onlarla ayrıca düşünmek lazım. Ama, “ben dindarım” diyen insanların bir kısmı
milliyetçi olduğunu bilmiyor ama ciddi bir milliyetçi damara sahip. Bu damar
kendisini katı kutsal devletçilik şeklinde gösteriyor, devleti halkından koruma
refleksi şeklinde kendini gösteriyor. Devleti ele geçirip millete hizmet etmek
değil, devleti ele geçirip günahı engellemek isteği biçiminde tecelli ediyor.
AKP
milletvekillerinin bir kısmında veya şöyle söyleyelim AKP kanaat önderlerinin
bir kısmında böyle bir defolu yapı var. Buna karşılık sürecin önünde görülen
Hüsrev Kutlu gibi Hüseyin Çelik gibi bildiğimiz bir çok milletvekilinin böyle
bir defosu yok, böyle bir problemi yok. Bu kişilerin tipik özelliği şu. Kürt
iseler Kürtçü değiller, Türk iseler Türkçü değiller. Demokrasiyi anlamış ve
dindarlıkları ile bütünleştirebilmişler. Katı kutsal devletçi hiç değiller.
Dolayısıyla bu kişilerin veya buna benzer kişilerin önderliğinde süreç
götürülebilirse sanıyorum sağlıklı bir süreç olarak devam eder.
AKP sürecin sağlıklı
işlemesi için ne yapmalı?
AKP
açısından lazım olan ön şart bence şudur: Kendi içerisinde derin devletçiliğe
meyilli, devletçilikten beslenen, devletçi gelenekten gelen, adına ne derseniz
deyin, devleti korumayı insanı korumaktan önce gören, farkına vararak veya
varmayarak adalet-i izafiyeyi savunan insanlardan vazgeçmeli. Eski vali, eski
emniyetçi gibi kişilerden oluşan bu yapıyı kenara bırakmalı ve adalet-i
mahzacılarla yani insan haklarını isteyenlerle beraber olmalı, ancak o yapı ile
bu süreç sağlıklı yürür.
Tartışmalarda öne çıkan isimler sağlıklı düşünebilen isimler, şu anda durum bu…
Umarım Başbakanın bu konudaki danışmanları da sağlıklı düşünebilen insanlardır.
Buna
rağmen sürecin iyi işlememesinin nedenini soruyorsanız; sürecin iyi işlemesini
engelleyen husus, halkın büyük bir ekseriyetine sirayet etmiş olan değişime ve
yenilikçiliğe dirençli yapıdır.
Bu anlayış zannedildiği gibi bir
partinin veya partilerin yönetim kadrosuna ait bir anlayış değil, bu
anlayış toplumda derin izleri bulunan sosyal bir vakıa olarak, toplumun her
tarafına, her katmanına sirayet etmiş bir
garip milliyetçilik anlayışıdır.
Bu noktada gerçek problemi
tarif etmemiz gerekirse, burada sizce gerçek problem nedir?
Türkiye’de Türkçe konuşan ve Türkçeyi ana dil olarak bilen, ana dil olarak
benimsemiş olan çoğunluğun, ana dili Kürtçe olanların derdini anlamaması ve
bilmemesidir. Düşünmüyor. “Kürdün ne derdi var ki” diyor, “köy adları değişmişse
ne olmuş?” diyor. Yani yapılmış olan ve kısmen de devam eden haksızlığı basit
görüyor, aynen kendisine yapılan zulmü de basit gördüğü gibi.
Yani,
dindar bir aile reisi düşünün, devletten hayli sıkıntısı olmuştur değil mi? Ama
bu kişinin ana dili Türkçe ve Güneydoğu meselesi ile ilgili bir şey
konuşulduğunda meseleyi kavrayamıyor.
Niye kavrayamıyor?
Bu
meselede kabahatin çoğu Türklerde. Şöyle izah edeyim; bu Türkün kendi kızı
üniversiteyi kazanıyor. Kapıdaki bir görevli yetkisini kötüye kullanarak veya
olmayan bir yetkiyi varsayıp gasbederek diyor ki, “başını açıp gireceksin”. O da
çocuğuna “devlettir kızım n’olmuş yani, aç başını” diyor. Yani bir taraftan
dindarlığa devam ediyor, öbür yandan kendisine yapılan bu zulme rağmen
düşünmüyor ve ekmek için mücadeleyi hürriyet mücadelesine tercih ediyor. Aynı
kişi Kürtlere Kürt oldukları için yapılan hakareti, zulmü gayet normal görüyor.
Böyle son derece garip bir durum söz konusu. Duyarsızlık var…
Öyle diyorsunuz ama
binlerce kızımız da okul kapılarından döndü. Bu zulme boyun eğmeyip direnenler
oldu, herkes aynı değil…
Elbette!. Elbette!.. ama o dedikleriniz azınlık, açmayan binlerceye karşılık,
açan yüz binler var mesela… Beşyüzbin var… Bu meselede de durum aynı. “Bu mesele
kimin olursa olsun Kürtlerin, Lazların, Türklerin, kiminse çözelim kardeşim…”
yerine “Ne mesele var kardeşim, ne gerek var abartmaya” diyen duyarsız ve “bana
ne”ci ciddi bir çoğunluk var.
Sizce çözüm nedir?
Problemin asıl kaynağı halkın eğitilmesinde, “millet tenvir ve irşad
edilmelidir” sözü boşuna değil. Bediüzzaman, ta geçen asrın başında, bir asır
önce “millet tenvir ve irşad edilmelidir” diyor. Millet deyince hepsi içine
giriyor. O günkü adıyla Osmanlı diye geçiyor. Türkü ile Lazı ile Çerkezi ile
Kürdü ile hepsi içine giriyor. Hepsinin tenvire ve irşada ihtiyacı var. “Ben
alimim sen cahilsin” diyenler önce dönüp kendisine bakmalı.
Milletin irşad edilmesi, irşat ekibi, vaiz, imam göndermek ve ona vaaz vermek
değildir. Milletin irşad edilmesi demek, milletin olgunlaştırılması, milletin
reşit edilmesidir. Milletin irşad edilmesi onun reşit olduğunun ona
hissettirilmesidir, öğretilmesidir. Yani, demokratik hakların bilincinde
olmasını sağlamaktır.
Bunun
için tenvir etmek yani bilgilendirmek gerekir, bilgilendirmek kendi haklarının
farkına varmayı sağlamaktır. Yetkileri kendisine vermektir.
Millet hakkını aramasını
bilmiyor mu demek istiyorsunuz?
Bir
kısmı hiç hakkını aramıyor, aklını ağanın, ağabeyin cebine koymuş, o ne diyorsa
onunla yetiniyor. Bir kısmı hak kavramını abartmış, hakkını almak için dağa
çıkmış, devlete isyan ediyor, insanları öldürüyor. Bir kısmının ise hak
kavramından haberi yok. İşte bunlar başkasının hak aramasını garipsiyor. “Ne
var, ne hakkı, n’olmuş yani, işte yaşayıp gidiyoruz, Kürtler de otursun oturduğu
yerde” diyor…
Bu konuda biz de bir çok
kişiyi konuşturduk, yaptığımız röportajlar okuyucu nezdinde makes buldu, güzel
tepkiler aldık. Özellikle Abdülkadir Badıllı’nın Üstad’dan şu cümleyi naklederek
“Hem de her kavmin mabihil-bekası olan adat-ı milliye ve lisan-ı
kavmiyeye isti’dadı efkara muvafık, (yani her bir millette ayrı bir istidat var
ona muvafık) hükümet teşebbüsata başlamalı…” şu soruyu soruyor. “Bu nasıl
olacak, bir millet kavmine özel adetlerini, kendi lisanını ve kendi kabiliyetine
muvafık fikirlerini nasıl gösterecek?” Arkasından yine kendisi cevap veriyor.
“Bu ancak Eyalet ile olur” diyor. Yani, sadece Kürtler için değil bu coğrafyada
yaşayan her millet için bunu söylüyor. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu fikre
katılıyor musunuz?
Kesinlikle bu fikre katılmıyorum. Sebebi şu: Muhterem Badıllı bu cümlede geçen
“Hükümet” kelimesinin hangi manada kullanıldığına ya dikkat etmiyor veya gözden
kaçırıyor. Ya da eyalet sisteminin ayrıntılarını ve amacını bilmiyor.
Söz gelimi o dönemde kaleme alınmış olan lahikalara ya da müdafaalara
baktığımızda bu kelimenin değişik anlamda kullanıldığını görüyoruz. Mesela
“Afyon hükümeti” deniyor “Isparta hükümeti” deniyor.
Neden?
O
dönemin kavramlaştırması içinde “hükümet” vilayettir, “hükümet” kaymakamlıktır.
Hatta adliye de hükümetin bir parçasıdır, kuvvetler ayrılığı olmadığı için.
Hükümet bu okuduğunuz metinde bence taşra örgütü veya yerel yönetimler
manasınadır.
Bence
Bediüzzaman’ın kastı yerel yönetimleri güçlendirmektir. Ama yerel yönetimleri
güçlendirmek ve bu amaçla daha fazla yetki vermek başka bir şeydir. Federal yapı
başka bir şeydir. Adem-i Merkeziyetin bu iki manası başka başka şeylerdir.
Eyalet deyince federal mı
anlıyoruz?
Evet,
eyalet deyince akla gelen yapı federal yapıdır. Eyaletlerin meclisleri vardır.
Osmanlının Eyalet yapısı çok özgün ve tartışmalı bir yapıdır. Osmanlıda
biliyorsunuz iki türlü eyalet vardı. Şimdiki Amerika’daki gibi tam fedaratif
yapıda eyaletler, bir de yarı vilayet sistemi gibi bir eyalet yapısı. Modern
devletlerde bu ikisinin aralarında bazı temel farklar var. Bunlardan bir tanesi
kanun yapma yetkisidir. Eyaletin yasama yetkisi vardır. Vilayet yapısı yasama
yetkisi olmayan yapı demektir. Eyalet sistemi ise kanun yapma yetkisi olan bir
vilayet yapısıdır.
Türkiye’de kanun yapan, sınır koyan bir eyalet yapısına ihtiyaç olmadığı
kanısındayım. Eskiden, yerinden yönetimleri yönetim kolaylığı için güçlendirmek
gerekebilirdi. Sebebi şuydu, haberleşmek zordu. Oysa şimdi internet var,
e-devlet var. Şimdi yerinden yönetimleri güçlendirmek sadece demokrasiyi
güçlendirmek için gereklidir. Demokrasiyi beş yılda bir oynanan bir oyun
olmaktan çıkarıp mümkün olduğu kadar çok kullanılan bir araca dönüştürmek
iyidir. Bunun için de yerel yönetimleri güçlendirmek gerekir.
Yoksa
“merkezi yönetimin iş yapması zor oluyor, merkezi yönetimin taşraya uzanması zor
oluyor, karar almak, icra etmek ve denetlemek zor oluyor, o nedenle yerel
yönetimleri güçlendirelim” anlayışı bugün işlemez.
Neden işlemez?
Bakın
Milli Eğitim Bakanlığı tek tuşla, tek tıklama ile Türkiye’nin bütün
vilayetlerine okul okul atama yapabiliyor. Atama işleri eskiden çok zor
oluyordu. Ama artık şimdi öyle değil. İnternet var.
Ama burada söz konusu olan,
tartışılan konu teknik zorluklar değil…
Tamam
oraya da geleceğim… Mesela bakınız, okulları özelleştirelim ya da yönetimlerini
yerelleştirelim ama sebebini yanlış koymayalım. “Okulları kimin yöneteceğine,
kimin öğretmen alacağına Merkezi yönetim karar veremiyor, karar vermekte
zorlanıyor, onun için yerelleştirelim” denemez. Hayır kesinlikle bu doğru değil…
Eskisi gibi değil, bilgi paylaşımı çağındayız. Her şeye merkezi yönetim karar
verebilir. Hem de çok hızlı karar verebilir, bu yolla çok iyi icraat da
yapabilir. Ama okulları yine de yerelleştirelim, özelleştirelim.
Neden yerelleştirelim? Çünkü, yerinden yönetimin demokrasiye katkısı var.
Yani bir köydeki okulun kaderini okulun velileri belirlerse o okul daha iyi
yönetilir, daha verimli olur.
Yerel
yönetimleri kuvvetlendirmek, yerel yönetimlere yasama yetkisi verelim anlamına
gelmez. Bana göre böyle bir yetki Türkiye için faydalı değil zararlıdır.
Peki, yine bu konuda
Münazaratta tespit ettiğim bir bölüm var. Yerinden okumak isterim: “İşte,
bakınız: İstibdâdın hükmünce, İstanbul ve hükûmet belağbaşı idi; şikâyette
hakkınız vardı. Şimdi ise hakîkat îtibâriyle bilkuvve, İstanbul göldür, hükûmet
havuzdur, Türk zeynâbdır (havuz) veya öyle olmak lâzımdır. Pınar bizlerdedir ve
bizde olmak gerektir. Ey Kürtler! Görüyorum ki, bizde pınar yoktur. Onun için,
uzaktan gelen taaffün eden bir suyu içiyoruz. Eskisi gibi istibdâdı görüyoruz.
Öyle ise, gayret ediniz, çalışınız; sebeb-i saadetimiz olan meşrûtiyeti takviye
için, fikr-i milliyeti haffâr yapıp, mârifet ve fazîleti eline veriniz. Şu
yerlerde de bir küngân atınız; tâ bir kemâlât pınarı bizde de çıksın. Yoksa
dâimâ dilenci olacaksınız, ya susuzluktan öleceksiniz. Hem de, dilencilik para
etmez. İnsan dilenci olursa, nefsine olsun. Bence merhamet dilencileri ya haksız
veya tenbeldirler.” (Münazarat sh. 43)
Üstadın bahsettiği bu pınar
bugünkü sistem içinde nasıl oluşur. Kendi dili ile değil de başka dille yapılan
tüm çalışmalar o dilin sahibine mal edilmeyecek midir? Yani Kürtlerin
kendilerine ait bir pınarları olsun istiyor. Siz ne dersiniz?
Hayır
ben öyle anlamıyorum. Daha önce de okuduğum bir bahis bu… Bence burada şunu
kastediyor. Demokrasi yokken havuz yukarıdaydı, oradan borularla her tarafa su
aktarılıyordu, İstanbul havuzdu ve orası pis olunca her tarafa pislik akıyordu.
Niye? Çünkü, pis adam gelip vali, kaymakam oluyordu. Şimdi sistem değişti artık
havuz aşağıda çeşmeler yukarıda, şimdi siz milletvekili göndereceksiniz,
gönderdiğiniz milletvekilleri devleti, hükümeti oluşturacaklar, dolayısıyla
haklarınıza sahip çıkarsanız, İstanbul’dan bir şey beklemeyeceksiniz, İstanbul’u
siz yönlendireceksiniz, demokrasinin gereğini yerine getireceksiniz. Bediüzzaman
bence burada demokrasiyi tarif ediyor.
Buradan şöyle bir mana çıkmaz: Eyalet sistemine geçelim, eyalet sistemi iyidir
manası çıkmaz. Eyalet sistemi kötüdür. Bakınız eyalet sisteminde sınır var. Dil,
din gibi kültürel farklılıklara dayanan coğrafi bir sınır var. O coğrafi sınırın
kendine has bazı kuralları var. Bütün dünya sınırları kaldırmaya giderken,
Amerika, Avrupa sınırları kaldırmaya giderken Türkiye’de eyaleti tartışmak, bir
yerlere sınır çekmeyi tartışmak demektir. Şunu kabul edelim ki, eyalet sistemini
tartışmaya başlattığımızda Adapazarı’nın civarında böyle bir sınır olmayacak.
Karadeniz’de, İç Anadolu’da sınır olmayacak, nerede sınır olacak? Zaten var olan
saçma sapan bir sınırın üst tarafına, yan tarafına bir sınır daha çekeceğiz.
Kötü niyetli birilerinin isteği yerine gelecek. Bağımsız devlete doğru giden bir
sınırı birileri çekmiş olacak. Onun için ben bu tartışmada Bediüzzaman’ın adının
kullanılmasını tehlikeli buluyorum. Bildiğim Bediüzzaman Irak ve Suriye ile
aramızdaki sınırların kaldırılmasını savunuyordu yoksa yeni sınırlar çekilmesini
değil.
Peki bugünkü problemi başka
türlü nasıl çözeriz? İnsanlar ana dilde eğitim istiyor. Ya da daha başka haklar
istiyor…
Bunun
için eyalete gerek yok. Bunun yolu gayet basit… Bir insan Türkiye’de kendi
dilinde eğitim istiyorsa, bir sınır çekip “o sınır içinde bunu yapma hakkın var”
demek yerine, ülkenin her yerinde yapacak bir şekilde hakkını verirsin, olur
biter. “İstersen Adapazarı’nda yap, istersen Mersin’de yap, istersen Hakkari’de
yap” dersin. Doğrusu bu tür imkanları herkese vermektir.
Bediüzzaman “Sadece Kürtlerin kendilerini geliştirme hakkı var” demiyor. “Her
milletin kendini geliştirme hakkı var” diyor. Çerkezlerin de kendilerine ait bir
kültürü var, onlar da kültürlerini geliştirmek istiyorsa onlara da fırsat
verilmelidir. Bu sembolik tavırlarla olacak şey değil. Okullarda, çerkez
kıyafeti giymiş folklor ekipleri kurup Şeyh Şamil gibi yürütmek biçiminde olmaz,
olsa da işe yaramaz. Hakikaten Çerkezler de dilerse kendi mahallelerini
kurabilmeliler, bunda bir mahzur yok. 72 milleti içinde barındıran Osmanlı bunu
yapmıştı, 72 milleti içinde barındıran ve Osmanlının devamı olan ABD’de New
York’da, ayrı mahallelerde 72 millet bir arada yaşayabiliyor. Bence mahzuru yok,
ülkenin her bir şehrinde bu tür haklar verilmiş olabilir. Hiçbir mahzuru da
olmaz. Yeter ki problemi çözmek isteyelim.
Çözüme gelelim…
İşte
çözüm burada. “Bu olmaz” diyen zihniyeti değiştirmemiz lazım. “Nasıl olur benim
burnumun dibinde Adapazarı’nda Çerkezler at koşturur” diyen zihniyeti
değiştirmemiz lazım.
Bu
röportajı okuyan bazı okuyucular diyebilirler ki, “Çerkezlerin at koşturmasına
kimse bir şey demiyor.” O zaman ben de derim ki, “Neden Çerkezlere itiraz
etmiyoruz da Kürtlere itiraz ediyor olduk?”
Problem burada… Efendim batıya gelip yerleşip suç işliyorlarmış da kamu düzenini
bozuyorlarmış! Sen devletsin suçu önle kardeşim. Ya da diyorlar ki “Kürtlerin
nüfusu çoğalıyor…” Eeee, çoğalsın… Allah fıtri bir meyil koymuş, çoğalma
kabiliyeti vermiş. Birileri bu fıtri meylin önüne geçiyor da mutlak iyi mi
yapıyor? Öbürleri doğum kontrolü yapmıyor, fıtri meyil içerisinde çoluk çocuk
yapıyor da kötü mü yapıyor? Onun iyi diğerinin kötü olduğuna dair delilimiz
nedir?
Hangi açıdan bakarsanız bakın, ister dini açıdan ister, ahlaki açıdan bakın,
isterseniz temel hak ve özgürlük olarak bakın, Kürtlerin çoğalmasını kötü görmek
kadar çiğ ve sığ bir durum olamaz. Onlar çoğalıyor, siz de çoğalın, herkes
çoğalabilir.
Yani, genel demokratik
haklar içerisinde Kürtler kendilerini ifade edebilirler, kendi kimlikleri ile
yaşayabilirler mi diyorsunuz?
Ben
şahsen şöyle düşünüyorum. Bu Kürt açılım nereye varır? Bence açılımda eyalet
sistemini değil, genel affı konuşabilmeliyiz. Mesela “Apoyu affetmek gerekirse
ne yapmalıyız”ı tartışmalıyız. Oysa bakın bu konuyu cesaretle ve uluorta
konuşmuyoruz. Hükümet bile “ortada kuyu var yandan geç” mantığı ile bakıyor
olaya. Eyalet tartışması ne idüğü belirsiz bir tartışma olduğu için, çok teknik
bir tartışma olduğu için, insanlar, kör döğüşü gibi, anlamsız bir tartışma
içinde güya tartışıyorlarmış gibi yapıyorlar, eyalet meselesini adeta “tartışmış
olmak için tartışıyorlar”.
Aslında tartışılacak konu şu: İnsanları dağdan indirmek ve tekrar dağa
çıkmalarını engellemek için, bir genel barış ortamını oluşturmak için ne lazım?
Mesela bir genel af gerekiyor mu? Gerekiyorsa bu nereye kadar olmalı, kimleri
kapsamalı… Buna toplum olarak hazır mıyız? Bence aydınlar toplumu asıl bunlara
hazırlamalı. Tartışmayı buna kaydırmalı.
Ben
çevremdeki insanlara soruyorum “Sizce bu tartışmalardan doğacak en önemli
beklenti nedir?” İnsanlar bir şeyler söylüyorlar. “Peki!..” diyorum “bu açılımın
sonucunda en kötü ne olabilir?” Diyorlar ki “Apo
dışarıda olabilir, milletvekili olabilir vs.” En kötü bu! Bu en kötü
tavizi neye karşılık vereceğiz. Mesele budur. Neyi elde edeceğiz ve fakat
karşılığında bu en kötü ile karşılaşacağız.
Ben adalet kitaplarından ve başka kitaplardan aldığım dersle söyleyebilirim,
özellikle Uhuvvet Risalesinden aldığım dersle söylüyorum. Bu af sayesinde bu
terör belası kalkacaksa, bu konuda hiçbir şüphe kalmıyorsa gocunmam.
Bu toplum hakkıyla irşad edilirse, bu millet bir müddet sonra Apocu ile kardeş
olmayı benimseyebilir.
Biliyorum, söylediklerim aykırı gibi görünüyor, ama bir hakikate dayanıyor.
Şöyle:
Bir kişiyi öldürmüş bir insanla kardeş olmak, eğer öldüren mü’minse bu dinin
bir gereği değil mi? On kişiyi öldüren bir mü’minle de kardeş olmak
mecburiyetimiz yok mu? Bin kişiyi öldürmüş bir insanla kardeş olmak eğer müminse
müminliğin gereği değil mi?
Şimdi şuna bakalım, yolda gördüğüm eski Apocu “ben tövbe ettim, ben artık
Allah’a ve ahiret gününe inanıyorum, işlediğim hataların da farkındayım, bundan
sonra da o hataları yapmayacağım, bundan sonra teröre bulaşmayacağım, kimsenin
de bulaşmasını istemiyorum” derse ne olacak?…
Ben onunla uzaktan geçişeyim, yakınına gelmeyeyim, ama ben, kardeş olmak
mecburiyetinde olduğumu biliyorum.
Dinimiz bu emri veriyor. Ona şu soruyu sorma hakkım yok. Kürtlere hangi haklar
verilmeli. Bu konuda da benim gibi düşünüyor musun? Buna hakkım yok çünkü aksi
halde hangimiz gibi düşünmesi gerektiği konusunda önce kendi aramızda karar
vermemiz gerekecek. “Af dilemen yetmez, benim gibi düşün” demek anlamlı değil.
Çok ince meselelere
girdiniz, anlamakta gayet zorluk çekiyorum. Biraz açar mısınız?
Bediüzzaman Risale-i Nur da “babanı öldüren mü’minle dost olacaksın, kardeş
olacaksın” diyor. Sana yaptığı zulüm büyük de olsa, değil mi ki, o insan
mümindir, onu imanı sebebiyle seveceksin. Sana yaptığı fenalık için sadece
acıyacaksın, ıslahına çalışacaksın. Ha! devlet onun şerrinden halkın ve senin
emin olman için ya da ıslah etmek için onu hapse atabilir. Sen de ıslah
edilemeyeceğini düşünerek kısas isteyebilirsin. Ama, o “ben ıslah oldum” derse
ve sen de ona inanıyorsan kısas talebinden vazgeçmek durumundasın. Onun ıslah
olduğuna inanıyorsan sana kalan tek şey barış elini uzatmaktır. Niçin? Çünkü
madem ki ıslah oldu şimdi sana dua edecek! Tövbe etmiş bir müminin duası mı iyi,
mezarda olması mı?
Ama
açık söyleyeyim. Risale-i Nurları okuyanların dahi bir kısmının bu konularda
düşünmeye hazır oldukları kanaatinde değilim.
Çünkü, Uhuvvet Risalesini okuyan bir çok insana “babanı öldüren kişiyi
affedebilir misin?” Onunla kardeş olur musun? diye sorduğumda “Hayır olmam”
diyor.
Bu
insanlar, Peygamber Efendimizin, amcasının katili Vahşiyle münasebetini yanlış
biliyor ve yanlış anlatıyor. Diyor ki Hz. Peygamber Vahşiye “gözüme görünme”
demiş. Yani seni sevmiyorum demiş. Hayır, Peygamberimiz “seni görünce amcam
hatırıma geliyor, duygulanıyorum, onun için uzakta dur” demiş. Yoksa “seni
görünce kinleniyorum, sana dayanamıyorum” dememiş… Haşa!.. Peygamber Efendimiz
ayetin emrini yerine getirmiş. Demiş ki, “değil mi ki, mümin oldun, sen benim
kardeşimsin, ama seni görünce duygulanıyorum, mümkünse bu duyguyu bana yaşatma”
demiş. Vahşiyi sevmiş, mümin olduğu için sevmiş Peygamber efendimiz.
Ben de
Vahşiyi severim. Mümin olursa, tövbe ederse Apocuyu da seveceğim, hidayete
ererse kendi kendime söz veriyorum, seveceğim. Vicdanen söz vermek istiyorum.
Biliyorum benim için de zor, sizin için de ama öyle olursa insan oluruz.
İnşallah dediğiniz olur.
Yani hakikaten cesurca bir açıklama… Bugün bir çok insan buna inansa da bunu
ifade etmek çok zor. Günümüz şartlarında…
Evet
ben bunun farkındayım. Ama bir şeyin daha farkındayım. Bakın size anlatayım. Bir
adam tanıyorum. Ülkücü babasını 12 Eylül öncesinde komünistler öldürmüştü. O
adam bir süre sonra Uhuvvet Risalesini okudu. Babasını öldüreni de biliyordu.
Gitti babasının katilini hapisten çıkarken karşıladı. Dedi ki, “tövbe etmişsen
kardeşiz.” O da “ben ıslah oldum bir daha asla” dedi. Orada kucaklaştılar.
Uhuvvet Risalesi bu dersi 12 Eylül öncesindeki sağ sol çatışması içinde ölenin
yakınlarına veriyorsa bana göre bu olayda da bu dersi vermeli…
Bunlardan anlıyoruz ki eyalet meselesi filan gibi işler ve hatta hak hukuk
meseleleri de sonraki işler. Aslolan kalbimizdeki muhabbettir. Eski suçluya
muhabbet besleyebilecek miyiz? “Ben eski suçluyum tövbe ediyorum” diyene
muhabbet besleyebilecek miyiz? En azından düşman olmaktan vazgeçebilecek miyiz?
Bana göre “genel af” meselesi gerçekten konuşulması gereken bir konudur. Ama
önce bu boyutuyla konuşulmalı. Hukuk-ul ibad mı yoksa Hukuk-u umumiyi de
tazammun eden Hukukullah mı önce gelir diyerek konuşulmalı.
Çözüm için sizin teklifiniz
nedir?
Ben
öğrencilerime de diyorum, bu meselenin çözümü sizin elinizde… Onlara şunu
diyorum; Ülkü Ocaklarındaki her bir gencin, ana dili Kürtçe olan ve “ben PKK’ya
karşıyım ama ben bir Kürtçüyüm” diyen bir “kankası” olmadıkça bu mesele
çözülmez.
Yine aykırı bir şey
söylediniz!
Olabilir, ama siz de aykırı olup olmamasına değil doğru olup olmadığına bakın.
Bir Türkün Türkçülük yapma hakkı varsa bir Kürdün de Kürtçülük yapma hakkı
vardır ve olmalıdır. Üstelik bu, katlanılacak bir hak değil, memnun olunacak bir
hak olmalıdır ki gerçekten bir hak olsun.
Hakkın
sınırını tartışırız, ayrı mesele. Bir Türkün Türkçülük yapma hakkı onun Ülkü
Ocaklarına veya MHP’ye kaydolması anlamına geliyorsa, bir kürdün Kürtçülük yapma
hakkını yani bir partiye veya bir derneğe kaydolma hakkını ona vermeli. PKK’ya
karşı olmak, teröre karşı olmak, ayrılıkçılığa karşı olmak şartıyla… Bir insan
Kürtse Kürtçülük yapmaya hakkı vardır. Ve şunu da tekraren söyleyeyim Türkün
Kürt kankasının olması yetmez. Bir Türkçünün Kürtçülük yapan bir kankası yoksa
bu işi çözemeyiz. Fenerbahçelinin Galatasaraylıyla dostluğu çok mu zor! Ya da
Beşiktaşlının Trabzonluyla?
Problemi çözmek için çok
farklı bir açılım getiriyorsunuz…
Bunu
başkaları da söylüyor ama farklı söylüyor. “Ülkü ocaklarındaki her bir Türkün,
Güneydoğudan gelmiş ana dili Kürtçe olan kardeşi olsun” diyor. Ama dikkat, ana
dili Kürtçe olan ne yapsın istiyor? Orada gelip “Türkçülük yapsın” diyor. Böyle
biri ile kardeş olmak kolay. Sıkıysa Kürtçülük yaptıktan sonra kardeş olmaktır
ya da kardeş kalmaktır. O zaman kardeş ol bakalım. Asıl mesele orada… Dikkat
ederseniz ben size birbirini hazmetmek veya anlamaktan öte bir şey söylüyorum.
Mesela Ziya Gökalp Türkçülüğün Esaslarını yazmış, biri kalkıp Kürtçülüğün
Esaslarını yazmalı ve bunu adaletperver hümanist birileri okumalı ve
sahiplenmeli. Bu iki kitabın muhibbanı kardeş olabilmeli ki, bu iş çözülsün.
Öyle olunca aslında ona
Kürtçü demek de pek mümkün olmaz zaten…
Evet
öyle olunca n’oluyor biliyor musunuz? Öyle olunca Osmanlıdaki gibi oluyor,
Amerika’daki gibi oluyor. Milliyetçilik Fenerbahçelilik, Galatasaraylılık gibi
oluyor. Güzel bir şey oluyor. Ne sancak ne bayrak kimseyi acıtmıyor. Ama bunun
için farkında iseniz önce Türkçülüğün de değişmesi ve sınırlarının belirlenmesi
lazım.
Buna müspet milliyet de
diyebiliriz değil mi?
Evet,
işte eyaletler ve hatta ülkeler arasındaki yarış da odur. Müspet milliyetçilk
veya müspet milliyet de diyebiliriz.
Ama
ben, milliyetin bugün çağdaş toplum yapısında anlamsız olduğunu düşünüyorum.
Onun için müspeti ancak kültürel çeşitliliğin ifadesi anlamına gelebilir. Zira
ayette de ifade edildiği üzere insanların farklı ırklarda var edilmesinin sebebi
eskiden birbirlerini tanımalarını sağlamaktı. Gerçekten eskiden, tanışanlar
birbirine “kimsin, kimlerdensin?” derlerdi. Oysa şimdi öyle değil ki? Devlet
var, nüfus cüzdanı var. Tanışanlar birbirine önce “kimsin” diyor, sonra da daha
iyi tanıması gerekiyorsa sabıka kaydını ve bankadaki kredisini soruyor. Yani
artık hangi milliyetten olduğumuz insan ilişkilerinde önemsiz. Buna rağmen “ille
de milliyetim” diyene ve muhatabına “büyük deden hangi dili konuşurdu” diye
sorana ne denebilir ki?
Şavak
Türkmenleri, “siz kimlersiniz” diye soranlara, biz Şavak Türkmenleriyiz
diyorlar, ama iki yüz yıldır bu cevabı Kürtçe veriyorlar. İnsanın aklı almıyor,
ama cevabı basit, öğrenince de şaşırtıcı: Göçer Türkmenler yerleşik Kürtlerden
kız almışlar. Doğan çocukların babaları Türk, anaları Kürt, ana dilleri Kürtçe,
baba soyları Türk. Elli sene öncesine kadar kimse bu durumu garip görmemiş. Ama
şimdi milliyetçilerin menfi tartışmalarının tam odağındalar ve bundan da hiç
memnun değiller. Zira kimlik bunalımı yaşamak istemiyorlar.
PKK’nın bir diğer ifade ile
Apo’nun siyasallaştırılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence PKK’nın siyasallaştırılması Türkiye’nin başarısı
olur.
PKK
denen varlığı silahlı örgüt olmaktan çıkarmak ve siyasi bir örgüt haline
dönüştürmek ne demektir? Dağıtmak ve üyelerini dönüştürmek demektir ve başlı
başına bir başarıdır. Coğrafi ayrılıkçılık fikir olarak zaten var ve
savunuluyor. Üstelik Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesi artık değiştiğine
göre bu fikri savunmak suç da değil. PKK’lı olmayıp da ayrılıkçılığı
savunanların varlığı zararlı oldu mu? Hayır. Bu fikri savunanların sayısına beş
bin kişi daha ilave edilince mi zararlı olacak? Tabii ki hayır. O halde bırakın
dağdan insin ve düz ovada siyaset yapsın.
Yani,
“Dağdakileri affetmeyelim, dağdan da indirmeyelim, hepsini öldürelim” demek,
bence “bu işi devam ettirelim” anlamına geliyor. Bu “hem PKK devam etsin, ama
hem de PKK olmasın” demek gibi bir şey. Garip bir yaklaşım. Hani şovmen Beyazıt
Öztürk’ün bir tiplemesi vardı. “Hapşırmanı istiyorum, ama ses çıkarmanı
istemiyorum” diyordu ya bu da öyle saçma bir şey. Bu mücadelenin fikrî bir
temelinin olduğunu, yanlış da olsa fikirleri, onu savunanları öldürmekle
bitiremeyeceğimizi anlayıncaya kadar da bu çelişki sürecek.
Teröristi siyasetçi yapabiliyorsak öldürmeye gerek yok. Varsın fikirlerini
beğenmediğimiz bir siyaseti olsun, ama siyasetçi yapalım. Vatandaş yapmak,
fikren mücadele etmek ve ıslah etmek varken neden öldürelim? Üstelik de
öldürmekle bitiremiyorsak.
O
nedenle “bu mümkünse bunu yapalım” derim. Çünkü, DTP ile konuşulabilir
anlaşılabilir. O resmi bir örgütün adıdır. O ikna edilebilir. Ama PKK illegal
bir örgüttür. Onu herhangi bir şeye ikna edemezsiniz. O silahlı bir örgüttür,
iknası olmaz. Karşına alıp konuşamıyorsun ki.
Ama PKK DTP’yi etkisi
altına almış deniyor?
Tamam
işte. Bu etki varsa da sebebi açık. Terörist baskı burada da işliyor. “Davadan
döneni vurun” kuralına benzer biçimde, “örgütten desteğini çekeni vurun” kuralı
işliyorsa ve örgüt biterse DTP rahatlamaz mı? Daha kolay ve risksiz biçimde
muhatap alınabilir hale gelmez mi? Aslında DTP
sağduyudur. DTP kendi tabanını bölünmemeye rahatlıkla ikna eder.
Ne demek DTP sağduyudur?
Bazı Türkler için Güneydoğunun kopmasının anlamı basittir. Problemi kesip
atmak. Bu zihniyettekiler için ayrılmanın çok fazla götürüsü yoktur, getirisi
vardır. Elbette vatan toprağı kutsaldır diyen vatanperverlerden söz etmiyorum.
Menfaatperest Türkler ayrılıktan şunu anlar. “Demek ki bundan sonra
çocuklarımızı oraya askere göndermeyeceğiz ve orada evlatlarımız ölmeyecek”,
onlar için ayrılık bu anlama geliyor.
Türkiye’nin Batısında yaşayan ve Kürtten akrabası olmayan uyanık ve menfaatini
düşünen zavallılar bunu ister, ama söyleyemez. Bana kalırsa Türklerin
azımsanmayacak bir kesimi Güneydoğunun kopup gitmesini için için istiyordur.
Kesip atmayı isteyebilir. “En iyi Kürt ölü Kürttür” diyen adam için, “üzerindeki
Kürtleri öldürdükten sonra Güneydoğuyu ne yapacaksın” sorusunun cevabı açık.
Bazı özel harekatçılarla tartışmalarımdan neredeyse ezbere bildiğim bir cevap:
“Yak gitsin. Zaten üç kuruşluk memleket.”
Oysa
Kürtler için durum aynı değildir. Ayrılmak bir yokluktur, bir perişanlıktır,
mahvolmaktır. DTP şunu çok iyi bilir. Türklerden ayrılmak demek büyük lokmayı
kaybetmek demektir, mahvolmak demektir.
Güneydoğuda ne var? Hemen hemen hiç! Bölününce kuzeyde, batıda, medeniyet
kalıyor, yeşillik kalıyor, madenler kalıyor, zenginlik kalıyor, dünya ile
bütünleşmiş bir toplumsal yapı kalıyor. Kim bunlardan vazgeçer ki?
Hangi
sağduyudan bahsettiğim sanırım anlaşılıyor.
Ama
ekonomik menfaat üzerine kurulu bu sağduyu bence gerçek ve kalıcı bir tutkal
değil. Asıl tutkal, akrabalık bağları ve din kardeşliği. Bir adım sonrası ise
insan kardeşliği. Yani “sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” yaklaşımı veya
“muhabbet kainatın mayasıdır” anlayışı ya da “kim olursan ol yine de gel,
beraber yükselelim göklere” arzusu ve fedakarlığıdır. Bu dersi, hem DTP, hem MHP
ve hem de diğer herkes, kendi vicdanından ve sağduyusundan almalı ki,
birleştirici “iç güçler”, ayrılıkçı “dış güçleri” yensin.
|
Prof. Dr. Ahmet Battal |
Sitemizdeki yazıları |
|
Prof. Dr. Ahmet Battal |
Sitemizdeki yazıları |