10.05.2004
O gün, o deniz kenarında, ikindiyi gerçek anlamda ilk defa yaşadım. Öğle vaktinin göz kamaştıran güneşi, acz içinde eğildikçe eğiliyordu. Sabah uzayan zaman, ikindide kısalıyor; önüne gelen herşeyi sürükleyen bir sel gibi hızla akıp, beni ve sevdiklerimi bir günden daha ayırıyordu. Evet, bir gün daha hüzün içinde bitiyordu.
İkindi vakti batmaya meyleden güneş, aslında tek bir ikindinin değil, daha başka ve daha büyük ikindilerin habercisiydi: güzlerin, yaşlanmaların, kıyametin yaklaştığının... Ve güneşin batmaya yüz tutması, şu dünyada hiçbir şeyin kalıcı, ölümsüz ve kararlı olmadığının deliliydi. Hayatın bağlandığı “ana sebep” olan güneş batıyorsa, demek ki herşey sönüp gitmeye mahkûmdu.
Herşeyin “gün”e benzer bir ömrü vardı; ve bir de ikindisi—günün bitmeye koştuğunu haber veren, zamanın hem kısalıp hem hızlandığı, insanın dünyasına hüzünler, pişmanlıklar ve sorular taşıyan “ikindi”si.
O zamana dek, “Hep öyle olur, güneş doğar ve batar; gündüz yerini geceye bırakır” dediğim halde, o ikindi vakti, bu formülü o kadar rahat söyleyemedim. Güneş doğuyordu doğmasına, ama ya batması? Aslında batacağını bilmem dahi beni rahatsız ediyordu. Gündüz tamamdı, ama ya gece? Gecenin karanlığına ve yalnızlığına razı mıydım? Gençlik güzeldi, peki ömrümün ikindisini, hızla mezara koştuğum yaşlılığımı güzel görebiliyor muydum?
“Hep böyle, her zaman öyle” gibi kandırmacalarla sabitmiş gibi zannetmeye çalışsam da, ne ben, ne de şu dünya kalıcı değildik. Her gün ayrı bir yıkılış yaşıyordum. Her gün dünya evimden bir tuğla daha düşüyordu.
Ve ikindiler, o yıkılışların hemen arefesinde, “eyvah!” dedirtiyordu. Hiç bitmeyecek sandığım günün pekâlâ biteceğini; o gün ve her gün, aslında kendimin ve diğer bütün varlıkların göç etmede olduğumuzu; giden günlerimi geri getiremediğimi anlatıyordu. Ben ise şu biricik günümün yokluğa düşmesini görmemek için, hayalen dün ve yarına kaçıyordum. Oysa dün elimden çıkmış, yarın da daha gelmemişti ve ne olursa olsun, şu günümde yaşadığım yokluk acılarını onlar dindiremiyorlardı.
O ikindi, tam bir hüsrandı yaşadığım. Akan bir nehri parmaklarımla nasıl yakalayamıyor, nasıl durduramıyorsam, günün geceye taşınışına da öyle engel olamıyordum. O günkü sevinçlerden, mutluluklardan, sevgililerden elimde kala kala koca bir “hiçlik” kalıyordu. Zarardaydım. Herşeyi her zaman isterken, elime yokluklar, ayrılıklar geçiyordu.
Üstüne üstlük, akılsız tâcirler gibi, şu andaki iflâsımı, dünün ve yarının hayalî kârlarıyla telâfi etmeye çabalıyordum. Ama nâfileydi. Ve böyle yaparak zararımı azaltmak şöyle dursun, fazlalaştırıyordum.
İstediklerimle fiilen yaşadıklarım arasındaki sonsuz uçurumu nasıl kapatacaktım? Besbelli ki, ben kapatamıyordum. Gidenleri ne tutabiliyor, ne de geri getirebiliyordum; çünkü ben de gidiyordum. Başvurabileceğim daimî, zevalsiz, sabit başka birşey de görünmüyordu ki, anlarımı ve o anlarda saklı sevgililerimi yokluğa düşmekten kurtarsın, onları benim için tutup korusun diye ona yalvarayım. Görünmüyordu. Atom içindeki parçacıklardan, dünyaya ve güneşe, hatta güneşten milyonlarca defa daha büyük yıldızlara dek herşey kayıyordu. Doğuyor, ikindiler yaşıyor ve batıyordu. Kendisi batmaktan, ölmekten kurtulamayan, bana nasıl yardım edebilirdi?
Peki, hiç’leri herşey’e; ayrılıkları kavuşmaya; yıkılış ve sona erişi sonsuzluk ve daimiliğe; kısaca taze bir başlangıca çevirmenin çaresi neydi?
Aradığım, ikindisi olmayan ve batmayan bir güneşti. Ve o güneş, ancak ve ancak şu batıp giden güneşçiklerin ötesinde, onların dışında olabilirdi. “Madem herşey sönüp gidiyor, ben de gidiyorum; batmayan, sönmeyen bir Güneş olmalı” diye düşünürken, dünyama o Sönmeyen Güneş’ten bir ışık gönderildi.
Bir anlamda ikindi, diğer anlamlarıyla ise Asr-ı Saadet, âhirzaman ve yakalanamayan, akıp giden zaman demek olan “Asr” sûresiydi bu. Benim gibi, zarar içinde yüzen insanlara, “Zarardan kurtulmak istiyorsanız önce iman edin” diye emrediyordu: “Sen ve şu varlıklar kendi kendinize var değilsiniz; var edildiniz. Başıboş değilsiniz; sahibiniz var. Şu fâni, ölümlü dünyada birer misafirsiniz ve ticaret için gönderildiniz. Kendinin ve sahiplendiklerinin beka bulmasını istiyorsan, onları, koruyabilecek olana, yâni gerçek Sahibine iade et.”
Sûrenin gösterdiği şekilde bakınca, kendisine her gün bir kese tohum verilen emanetçi bir bahçıvana benziyordum. Bahçe sahibi, bahçıvana o tohumları hemen o gün ekmesi için veriyordu. O gün ekilmez ve sulanmazsa, içleri çürüyen tohumlar, tohum olmaktan çıkıp, odun hükmüne geçiyordu.
Her gün, her saat, her dakika... bana duygular ve o duygularıma malzemeler veriliyor. Meselâ, göz veriliyor ve bir de o gözün göreceği görüntüler veriliyor. Akıl veriliyor ve aynı zamanda aklın düşüneceği hikmetler ve düzenlilikler veriliyor. Kısacası, beni sanatla yapan, şu dünyaya gönderen Zât, her vakit bütün bir kâinatı bana emanet olarak veriyor.
İmtihanım şurada: Ya emanet olarak verilenleri sahiplenecek, ve “Benim olsun” deyip tohumları elinde tutan, toprağa atmayan ve böylece çürüten akılsız bahçıvana benzeyeceğim. Bahçıvan tohumları çürümekten nasıl kurtaramazsa, ben de kendimi ve kâinatımı yokluğa düşmekten, batıp gitmekten kurtaramayacağım. (Ki, kurtaramıyorum zaten!)
Ya da onları emanet, kendimi de emanetçi görüp, Sahibimi tanıyacak, emaneti Ona iade edeceğim. Tıpkı, emanetçi bahçıvanın tohumları sahiplenmeyip toprağa atıp sulaması gibi, ben de anlarımı ve o anlarda yaşadıklarımı sahiplenmeden, fâni ömür dakikalarımı o Sonsuz Sanatkârın adına yaşayıp, işlerimi Onun adına yaparak sonsuza mazhar olabileceğim.
Meselâ, Sanatkârın dilim, gözüm, bedenim, ruhum gibi tüm duygularımı nazara alarak kâinat mutfağında pişirdiği, her yönüyle lezzetli bir meyveyi yerken, sadece gelip geçici nefsanî bir tadı aramamalıyım. Meyveyi yiyip bitirdiğimde, bu lezzetten geriye hiçbir şey kalmıyor. Oysa meyve ile bana iletilen rahmet, şefkat ve hikmet gibi mesajları okusam, meyve bitse dahi, bu anlamlar ve hakikatlar bitmiyor. Ki O bana söz veriyor: Meyveyi sadece ve sadece Ondan isteyip, Ondan bilerek, Onun adına, Onun iltifatını düşünerek ve sadece Ona şükrederek yediğim takdirde, bu amel-i sâlih karşılığında bana sonsuz âlemde sonsuz meyveler ikram edecek.
Aslında, ruhumun muhtaç olduğu, böyle rahmetli, şefkatli ve hikmetli bir Sanatkârın varlığını bilmek ve hissetmek değil mi?
Bu kadar kolay, makûl ve kârlı bir görev, sahiplenme saplantım yüzünden sonsuz zarar ihtimâli olan, zor mu zor bir iş hâline geliyor. Kendimi ve diğer varlıkları sahiplenince, Hakikî Sahibi, yâni onları yapan ve koruyabilecek olan sonsuz kudret sahibi Zâtı tanımaktan mahrum kalıyor ve bunun sonucunda çaresizlik yaşıyorum. Sanıyorum ki, “benim” zannettiklerimi kendim koruyabilir, kendim muhafaza edebilirim. Ama yapamıyorum. Tohumlar toprağa atılmadan çürüyor; günler geçiyor, ikindiler yaşıyorum ve dünyama yokluklar doluyor. Sonsuz zararlara, hüsranlara batıyorum.
Tohumları zahiren elimden çıkardığımda toprakta çürürler diye korkuyorsam, bu korkum yersiz. Çünkü tohumun sünbül vermesi için, toprağa atılması ve orada çürümesi gerekiyor. Olmazsa olmaz bir şart bu. “Aman! Toprağa atarsam, tohumcuklarımı çürütürüm” demek bir bahçıvan için ne kadar acınacak bir hâlse; kendimi ve diğer varlıkları sahiplenip, başıboş, anlamsız görmek ve onları asıl muhafaza edecek olan Yaratıcılarına teslim etmemek de kat kat acınası bir tutum.
Öncelikle değiştireceğim şey, bakış açım. Şu dünyada sonlu işlerden sonsuza geçebilmek için, onları Sonsuz olan Sanatkârım adına yapmam; anlarımı Bâki olan o Zâtın izni dairesinde, Onun emirlerine göre yaşamam gerekiyor. Kendi fenamı, yâni sonluluğumu görüp, sahiplenme iddiamdan vazgeçmeliyim. Tohumları toprağa atmamla onlar üzerindeki sahiplik iddiamdan vazgeçtiğimde, O, bana nasıl kâr içinde kâr veriyorsa; şu fâni ömrümü de kendi adıma değil, Onun adına yaşadığım takdirde, bu dünyada dahi bana sonsuz bir mutluluğun numunelerini tattırıyor. O zaman ömür dakikalarım zahiren fena bulurken, sonsuz âlemde mutluluk çiçekleri açıyor ve sünbülleniyorlar.
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |