14.12.2005 - Mostar Dergisi
İnsan yaratılışı gereği ahenk ve bütünlük peşindedir. Ondandır ki, ya inandığımız gibi yaşarız ya da yaşadığımız gibi inanmaya meylederiz. Birey veya toplum olarak hayat tarzımızın dünya görüşümüzle, daha doğrusu âlem tasavvurumuzla sıkı bir ilişkisi vardır. Toplumsal ilişkiler veya bireylerarası ilişkilerin yanı sıra, önemli günler, bayramlar, çalışma hayatı, tatiller, vs. aslında hem insan, hem de âlem tasavvurumuzun birer tezahürüdür.
Bilhassa Batı’da dünyevileşme dalgasının insan, mekân ve zaman algılarını neredeyse temelden değiştirdiği söylenebilir. Meselâ, vahyolduğu şekliyle değilse bile, merkezinin Kudüs’ten alınıp Roma’ya taşınmasından sonra değiştirildiği şekliyle, Hıristiyanlıktaki “Pazar” günü anlayışı, hem zamana ilişkin dinî-dinî olmayan ayrımını, hem de onun altında yatan teolojik yaklaşımı tezahür ettiriyordu. Mâlûm, bu yaklaşıma göre, Tanrı âlemi altı günde yaratmış ve yedinci günde—hâşâ—istirahata çekilmişti; şimdi yaratılış bitmiş ve dünya yedinci gününü yaşıyordu! (Tekvin 2: 2,3) Hıristiyanlar da, haftanın altı günü çalışmakla, ama yedinci gün, yani Pazar günü dinen dinlenmekle ve ibadetle yükümlüydü. Pazar günü dinen mukaddes kılınmış bir gündü. Bu günde dinlenmek bir izin değil, mecburiyetti ve Pazar günü çalışanlar devlet eliyle cezalandırılıyordu! Haftanın altı günü çalışarak, yani “dünyevî” mekânlarda “dünyevî” bir faaliyetle haşır-neşir olarak günaha giren insan, Pazar günü “dinî” bir mekânda yani kilisede, “dinî” bir faaliyete girmeli, yani günahlarını itiraf etmeli ve ibadet etmeliydi.
Batılılaştırılmış şekliyle Hıristiyanlığın insan, zaman ve mekân tasavvurunun bugünkü sekülerizme zemin hazırladığı söylenebilir. Kapitalizmin ruhunun Hıristiyan ahlâkını şekillendirmesinden önce, dinî açıdan anlamlı ve önemli kabul edilen günler kutsallıklarına binaen “holly day,” yani “mübarek/mukaddes gün” diye isimlendirilirken, bugün aynı kelimenin semantik bir değişime uğrayarak “holiday” yani “tatil” haline gelmiş olması anlamlı değil mi? Bugün kalben ve fiilen kapitalizm dinine bağlanmış Batılılar için Pazar bir anlamda yine mübarek ve mukaddes! Ama kiliseye gitmek için değil, televizyon karşısında “dinlenmek” ve alış veriş yapmak için! Pazarları hâlâ çalışılmıyor, ama dinî bir yükümlülük adına değil, atalet ve tembellik adına!
Özetlemek gerekirse, Hıristiyanlıktaki “dinlenen/âlemde tasarruf etmeyen” Tanrı tasavvuru, bunun bir yansıması olarak zamanın, mekânın ve insan faaliyetlerinin dinî olan-olmayan şeklinde bölünmesi bugünkü seküler zihin yapısının ve hayat tarzının oluşumunda inkâr edilmez bir rol oynamıştır. İlginçtir, en fazla dünyevî hale gelen zaman dilimi, zamanında en dinî kabul edilen gün, yani Pazar olmuştur!
Bugün İslâm dünyasına da sızmaya çalışan çarpık bir bakış kimi zaman dindar insanlara da ârız olabiliyor. Tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi mekânlar, zamanlar ve insan faaliyetlerinin kimi dünyevî, kimi dinî olarak vasıflanarak farkında olmadan seküler bir bakış açısı aşılanıyor. Bu noktada, şu soruyu sormak gerekiyor. İslâmiyetteki Yaratıcı ve din tasavvuru böyle bir sekülerizasyon sürecine izin verir mi?
Kur’ân, bize kâinatı her an kudret elinde tutan, ilmiyle herşeyi kuşatan, kimsenin görmediği bir ağaçtan bir yaprağın düşmesinin bile iznine ve iradesine tâbi olduğu bir Yaratıcıyı tanıtır. Hayy ve Kayyum Odur. Onun Kayyumiyetiyledir ki, partiküllerden yıldızlara kadar herşey ayakta kalabilmektedir. Âlemdeki bütün yenilenmeler, değişimler, tazelenmeler Onun yaratışıyla gerçekleşir. Kur’anî ifadeyle, bütün yeniden yeniye yaratılışlar Onun kudretiyle ve ilmiyle hasıl olur.
O Uluhiyetiyle olduğu kadar Rububiyetiyle de hem âlemi, hem de insanı çepeçevre kuşatır. En küçük şeyden en büyük şeye her şeyin her ihtiyacı Onun rahmetinden karşılandığı için bütün hamdler, senalar, şükürler, tazimler, tesbihler sadece Onadır. İslâmiyet’in öğrettiği hakikî tevhid bu noktada daha bir önem kazanır. Ne ilminde, ne kudretinde, ne de rububiyetinde hiçbir ortağı olmadığı için, âlemlerin Rabbi olarak kulluk noktasında da şerik kabul etmez. Kur’ân’da, göklerin kusursuz yaratılışı kadar sivrisinek gibi “küçük” şeylerin yaratılışındaki mucizeler, bu yüzden insanlara ders verilir.
O, mutlak ve muhit sıfatlara sahip olduğu için, insanlığa gönderdiği hidayet de küllî, yani evrensel ve kuşatıcı mahiyettedir. Yaratıcı her ân uluhiyetiyle ve rububiyetiyle âlemde ve insanda tasarruf ettiği ve hiçbir şey Onun kudret ve ilminden hariç kalamadığı gibi, insan da Yaratıcısına karşı küllî bir kullukla karşılık vermekle yükümlüdür.
Bir rahmet peygamberi ve öğretmen olarak gönderilen Hz. Muhammed, işte bu misyonu ifa eder; yani, insana her şeyi kuşatan âlemlerin Rabbi karşısında her mekânda, her halinde ve her zaman diliminde nasıl kul olunabileceğinin örneğini verir. İnsan bu mükemmel örneğe (İnsan-ı Kâmil) doğru yükseldiği ölçüde Rabbinin bilgisini ve sevgisini kazanır. Ayakkabı giymekten ailevî hayata, ekonomik faaliyetten yöneticiliğe uzanan küçük-büyük, dar-geniş her hayat alanı sünnetin nebevî örneğiyle marifete açılan bir pencere ve kulluğa giden bir yol olur.
İslâmiyette—dünyevî gibi görülebilecek—ticaret zahiren rızkı temin etmenin ve hakikatte Rezzak-ı Hakikîyi bilmenin bir vesilesi olarak olumlanır. Ama pazar yerinde erkenden gelip yer kapmayı lânetler Hz. Muhammed (asm); çünkü bu eylem rızkı Rezzaktan değil kendi zekâsından ve tedbirinden bilmenin bir tezahürüdür, o yüzden de kulluğa aykırıdır. Yine, sünnet, bize çocuğumuzu kucaklayıp öpmenin sıradan gündelik bir refleks değil, rahmeti hissetmenin bir vesilesi olduğunu öğretir. Hatta, sevdiği bir insana tebessüm etmek, İlâhî rıza gözetildiği zaman bir sadaka olup sevap getirir insana… Kısacası, insanın detay gibi görünebilecek halleri ve fiilleri dahi, Rabbine kulluk etmenin, Onu tanımanın ve ebedî hayatı kazanmanın bir yolu olur.
Ve namaz, insanın bütün kulluklarının baş tacı ve temsilcisi olarak, insanı hem zaman, hem de mekân itibariyle Rabbine bağlar. İslâmda, insanın günlük hayatı âlemin fıtrî ritmiyle uyumlu olarak namaz üzerine kuruludur. Beş vakit namaz, mü’minin her vakit Rabbine kul olduğunun bir göstergesidir ve iki vakit arasındaki helâl âdetleri namaz sayesinde ve salih bir niyetle ibadet hükmüne geçer. Namaz insanın zaman algısını şekillendirdiği gibi, mekân algısını da belirler. Diğer dinlerden farklı olarak İslâm bütün yeryüzünü bir mescid olarak görür. İbadet sadece belli mekânlarda değil, temiz olmak şartıyla yeryüzünün her köşesinde ifa edilebilecek bir ibadettir ve dolayısıyla mekânı Rabbi adına fetheden bir eylemdir.
Dünyada yaşamak dünyevî olmak anlamına gelmediği gibi dünyevîlikten kurtulmak, dünya işlerinden el etek çekmek de değildir. İnsanın Rabbi adına, kulluk niyetiyle yaptığı ve dinî ilkelere uygun her helâl iş, dinîdir. Dünyevî olan, nefis ve heva adına yapılan, dolayısıyla ebedî hayata gidemeyip bu dünyada kalan kısır amellerdir. Sözgelimi, helâl yoldan yapılan ticaret, dinin kötülediği—Hıristiyanlıktaki gibi bazı günlerde uzak durulması gereken—dünyevî bir eylem değildir. İslâmda bazı zamanların—Ramazan, Kadir Gecesi, Cuma, vb—özel kabul edilmesi, onların münhasıran dinî, diğer zamanların dünyevî olduğu anlamına değil, olsa olsa sevap kazanma noktasında o vakitlerin “daha” kârlı ve özel olduğu anlamına gelir. O açıdan, ticaret sadece Cuma namazı, yani farz bir ibadet, vaktinde yasaklanmıştır; öncesinde veya sonrasında değil.
İslâma göre, insan bedenen dünyada yaşar, ama ruh ve kalbiyle her dem öte âlemlere ve Rabbine yönelme yeteneğine sahiptir. Dünya anlamını ve değerini Yaratıcısından bağımsız bakıldığında yitirir; Yaratıcısı adına bakıldığında ve kulluk namına yaşandığında, âhiretin tarlası olur. Din, nefsi Rabbine, dünyayı âhirete râm eylemenin yoludur ve tanım gereği, her zaman ve mekânı kuşatır. Din kuşatıcı ve evrenseldir, çünkü dinin Sahibi mutlak ve muhit sıfatlara sahip bir Zâttır, ve dinin muhatabı insan da küllî bir varlıktır.
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |