Bu ülkede kimse yabancı şarkıların Türkçe’ye çevrilip
“anlaşılır” hale getirilmesi gerektiğini iddia etmez, ama bazıları ibadet
dilinin, duaların, ezanın ve dahası Kur’an’ın Türkçeleştirilmesinin, çağdaşlığın
gereği olduğunu düşünür. Kimse operanın, pop müzik parçalarının “ana dilimiz”e
tercüme edildikten sonra icra edilmesini ileri sürmez, ama mü’minlerin
ibadetleri sırasında terennüm ettiği İlâhî kelimeler karşısında kimilerinin
“milliyetçi” duyguları galeyana gelir. Bu kimseler, bir solukta 30’lu-40’lı
yılları yâd edip, bugün çok “geriler”e gidildiğinden şikâyet ederler. Söz konusu
yıllar, Âlemlerin Rabbinin emriyle tayin edilen ezanın kelimelerine müdahale
edildiği ve ezanın yıllarca devletin zoruyla Türkçe okutulduğu; namazın bile
Türkçe ifa edilmesi teşebbüsünde bulunulduğu “Kur’an tercüme edilsin, tâ ne mal
olduğu ortaya çıksın” hezeyanlarının savrulduğu yıllardır. Dahası, ‘Din Yok,
Milliyet Var’ gibi kitapların devlet ricalinin emriyle yazdırılıp bastırıldığı
ve devletin resmî ideolojisine -din bağına rakip olarak- “milliyetçilik”
umdesinin hâkim kılındığı yıllardır.
Bütün bunlar, söz konusu milliyetçiliğin
esasen “dine karşı milliyetçilik” olduğunu göstermektedir. Başka bir ifadeyle,
“Türkçe Kur’an”, “Türkçe ibadet” veya “Türkçe ezan” gibi konuların ardında,
esasen, bakış açımıza dinin mi, yoksa “dine rakip milliyetçilik”in mi hâkim
olduğu; kendimizi din ve dinin hakikatleriyle mı, yoksa din karşıtı
milliyetçiliğin iddialarıyla mı tanımladığımız meselesi yatmaktadır.
Dolayısıyla, asıl tartışılması gereken şu âleme gönderilen bir insanın,
kendisini dinle değil de milliyetçilikle tanımlamasının ne kadar mâkul olduğu,
onun yaratılışına ne kadar uyduğu sorusudur. Biz bu yazımızda, milliyetçilik
ideolojisine esas kabul edilen “dil”in sadece bir yönünü tartışarak, sözkonusu
soruya cevap bulmaya çalışacağız.
Her insanın önünde, yaratılışından gelen ve
cevap bekleyen sorular durur: “Ben kimim? Biz kimiz? Niçin bu dünyadayız?..”
gibi. Hepimiz kendimizi bir şeye, bir yerlere dayanarak tanımlarız. Ve yine
hepimizin önünde bu sorulara cevap olarak esasen iki şık vardır: Kendimizi, bizi
ve “bizim” dediğimiz herşeyi yaratan Âlemlerin Rabbine nisbet ederek, kendimizi
O’nunla bağlı bilerek mi tanımlayacağız? Yâni, “Ben Âlemlerin Rabbinin nazenin
bir kuluyum. Bu dünyada da sadece O’na dayanarak, kuvvetimi sadece O’ndan alarak
ve O’nun rahmetli ve hikmetli emirlerine uyarak yaşamakla mükellefim” mi
diyeceğiz? Yoksa, kendimizi yine kendimiz gibi yaratılmış başka birşeyle
tanımlayarak, o sahte ilâha dayanarak ve güvenerek kulluktan istifa mı edeceğiz?
Bütün peygamberler ve evliyalar bizi bu iki cevap şıkkının ilkine, yâni kulluk
yoluna davet ederler. Bütün nebîler, herşeyin yaratılmış olduğunu; Allah’tan
bağı koparılan birşeyin kendi başına hiçliğe düşeceğini, dolayısıyla da ne
ilâhlığa ne de kulluğa lâyık olmadığını ders verirler. Tek cümleyle, Allah’tan
gayri herşeyin ilâhlıktan azledilmesidir, bu yol. İkinci yolun davetçileri ise
şeytan ve onun avaneleridir.
Şeytan’ın nasıl yoldan çıktığını hepimiz
biliriz. O, ilk insan Hz. Âdem yaratıldığında, İlâhî emre uyarak ona secde etmek
yerine, kendisinin topraktan değil ateşten yaratıldığını, dolayısıyla ondan daha
üstün olduğunu iddia ederek isyana sapmıştı. Şeytan bu iddiasıyla, kendisini,
İlâhî emre ittiba eden bir kul olarak değil, yaratılışına vesile yapılan ateş
unsurunu bir üstünlük bahanesi sayarak dine karşı unsuriyetçilik mücadelesinin
de tohumunu atmış oldu. Ve insanlık tarihinde, enbiyanın ve evliyanın
bayraktarlığını yaptığı, Âlemlerin Rabbine bağlılığı ve bütün yaratılmışların,
Rableri karşısında eşitliğini dile getiren din bağı karşısında; üstünlük
iddiasını, gururu ve menfîliği barındıran unsuriyetçiliği ve milliyetçiliği
başlatmış oldu.
Şeytan, o günden bugüne hiç boş durmadı. İnsanlara “Ben
kimim? Biz kimiz?” gibi fıtrî sorulara dinin sunduğundan başka şeylerle cevap
verdirmeye çalışageldi. Kimi zaman tenlerinin rengini, kimi zaman
zenginliklerini ve daha başka unsurları onlara süslü göstererek onları başka
insanlardan üstün oldukları yanılgısına düşürmeyi başardı. Kimi insanlar,
“emek”i kutsallaştırıp kendileri de dahil herşeyi onunla tanımlar hale geldi,
kimileri de “sermaye”yi. Daha başkaları ise dinlerin ders verdiği, Âlemlerin
Rabbinin kudret ve rahmetine bağlılığı esas alan ve insanı tek kelimeyle “kul”
olarak tanımlayan “kudsî din bağı” yerine; dil, tarih, kültür, ten rengi veya
belli bir toprak parçası gibi yaratılmış şeylerle tanımlayan unsuriyetçiliği ve
milliyetçiliği bir ideoloji haline getirdi.
Unsuriyetçilik ve milliyetçilik
ideolojisinin esasını ise, her milletin dil, tarih ve kültür gibi unsurlarla
diğerlerinden ayrıldığı anlayışı teşkil etmektedir. Yâni, meselâ, “bir milleti
millet yapan şeylerden birisi o milletin dilidir” denmekte; bir kişi hangi dili
konuşuyorsa o dil vasıtasıyla bir millete mensup olduğu ve kendisini o milletle
tanımlaması gerektiği iddia edilmektedir. Peki, İngilizlik, Fransızlık, Türklük,
Araplık gibi unsurlar, bir insanın şu dünyada kendi kendisini tanımlamasına
temel teşkil edecek kadar esaslı şeyler mi? Bu soruya unsuriyet ve milliyetin
temelini ve esasını teşkil eden dilin sadece bir yönünü inceleyerek belki cevap
bulabiliriz.
Şurası bir gerçek ki, herbirimiz dünyaya geldikten sonra,
bir-iki sene içinde bir dili zahmetsizce öğreniyor, başkalarıyla o dil
vasıtasıyla anlaşıyor ve haberleşiyoruz. İnsanın bir dili öğrenmeye bu kadar
kabiliyetli olması, hiçbir şekilde tesadüfle veya küçücük bir et parçası olan
dil organıyla açıklanamayacağına göre, olsa olsa insanın yaratıcısının binbir
mûcizesinden bir mûcizedir.
Yeryüzünde binlerce dilin konuşulduğu ve bu
dilleri konuşan binlerce topluluğun var olduğu da bir gerçek. İnsanları farklı
farklı topluluklar halinde ve farklı farklı diller konuşur halde yaratan
Rabbimiz, bunun Kendisine işaret eden âyetler olduğunu bildirmektedir: “Göklerin
ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve
sîmalarınızın farklılığı da yine Onun âyetlerindendir.” (Rum,22).
Gelgelelim,
dillerin farklı farklı yaratılışını İlâhî bir âyet, işaret olarak algılamak
istemeyenler, bunu insanlar arasındaki “temel ayrım noktası” olarak kabul
ediyorlar. Bu farklılığı ayrı dillerden ve kavimlerden olanlarla tanışıp,
onlarla yardımlaşmak ve böylece Yaratıcı’yı daha iyi tanımak yerine, farklı
kavimlerden olanlarla -aynı dine mensup olsalar dahi- aralarında daha baştan bir
ayrılık ve mücadele durumunu kabul ediyorlar ve onları aşağılama, yok etme
yoluna gidiyorlar. Bu açıdan, çocuklar, kadınlar ve masumlar da dahil, on
milyonlarca insanın öldürüldüğü son iki dünya savaşının aslında “milliyetçilik
savaşları” olduğuna dikkat çekersek, bu zihniyet sapmasının ne denli tehlikeli
ve zararlı olduğu biraz anlaşılabilir.
Halbuki, din karşıtı milliyetçiliklere
esas kabul edilen dillerin farklılığının, temel değil, ârızî ve zahirî birşey
olduğu, bizzat dili inceleyen bilim adamlarınca dahi kabul ediliyor. Meselâ,
ünlü Amerikalı dilbilimci Noam Chomsky, dünyadaki bütün dillerin çok önemli bir
noktayı paylaştığını, diller arasındaki zahirî farklılığın hemen ardında
evrenselliğin yattığını belirtiyor. Chomsky’e göre, her insan sadece kendi ana
dilini değil, bütün dilleri en mükemmel biçimde öğrenecek ve konuşacak bir
kabiliyet taşıyor. Prof.Dr. Özcan Başkan da Lengüstik Metod isimli kitabında
(s.69) Chomsky’nin bu teorisini destekleyen bir araştırmadan söz ediyor. Bu
araştırmada, İngiltere’de yeni doğmuş bir bebek Çin’e götürülmüş ve bir Çinli
ailenin içinde büyütülmüş; diğer taraftan, Çin’de yeni doğmuş bir bebek de
İngiltere’ye götürülerek bir İngiliz ailenin içinde yetiştirilmiş. Sonuç: Çin’e
götürülen bebek Çince’yi, İngiltere’ye götürülen bebek de İngilizce’yi birkaç
sene içinde zahmetsizce, ana dilleri olarak öğrenmiş ve tıpkı bir Çinli veya
İngiliz gibi bu dilleri mükemmel biçimde konuşmaya başlamışlar.
Bu durum,
bizim şu ya da bu dili -yâni, İngilizce’yi, Çince’yi veya Türkçe’yi- değil, dil
kabiliyetimizin kendisini, yaratılışımızla birlikte getirdiğimizi ispat ediyor.
Başka bir ifadeyle, Çin’e götürülen çocuğun ana dili İngilizce değil, artık
Çince’dir; İngiltere’ye götürülen çocuğun da Çince değil, İngilizce. Farzedelim,
bu çocuklar sözkonusu ülkede yaşayıp, büyüdükten sonra kendi ülkelerine
döndüler. Bu defa, İngiltere’den Çin’e götürülen genç İngilizce’yi, Çin’den
İngiltere’ye götürülen genç de Çince’yi öğrenmekte zorluk çekecektir! O halde,
dil esasına göre düşünecek olursak, Çince’yi ana dili olarak konuşan çocuğu
İngiliz, diğer çocuğu da Çinli olarak tanımlamamız mümkün mü? Hayır. Çünkü
onların ana dilleri, ilk öğrendikleri dil olmuştur. Eğer, milliyetçiliğin esası
olan dili göz önünde tutarsak, ilk çocuk bir “İngiliz” olarak, ikinci çocuk da
bir “Çinli” olarak doğmuş değildir.
Bu araştırma, insanın kendisini herhangi
bir “dil”le veya aynı dili konuşan bir toplulukla tanımlamasının esassız
olduğunu, zira öğrendiği ilk dilin doğuştan gelen bir özellik değil, bir
takdir-i İlâhî olarak içinde doğduğu topluluğa ve beldeye bağlı olarak
değişebileceğini göstermektedir. Başka bir deyişle, Türkiye denilen beldede
doğduğumuz halde, küçük yaşta Zambiya denilen beldeye götürülmüş olsaydık,
zahmetsizce orada konuşulan dili öğrenecek ve onu ana dilimiz olarak, yâni
anlaşma ve haberleşme vasıtası olarak kullanacaktık. Onlardan tek farkımız,
derimizin rengi olacaktı.
Kısacası, dil ayrımı son derece zahiri ve sığ bir
ayrımdır; gerçekte ise Yaratıcı’nın farklı farklı Esma-i Hüsna’sını tanıtmak
için hikmetle yarattığı bir vakıadır.
Buna karşılık, asıl ayrım, dil ve
dillerin farklılığı karşısında takınacağımız tutumda yatmaktadır. Kendimizi,
sonradan edindiğimiz, ârizî ve zahirî bir unsurla -yâni konuştuğumuz bir dille-
tanımlayıp, tıpkı Şeytan’ın ateş unsuru için yaptığı gibi bu unsuru sahiplenip
başkalarından farklı ve üstün mü olduğumuzu iddia edeceğiz? Yoksa, insanlar
arasındaki temel ayrımı dil farklılığının değil, dil farklılıklarının da işaret
ettiği bütün insanların ve kavimlerin Rabbine râm olup, kendimizi Onun
gösterdiği biçimde “Din”le mi, yâni “kul” olarak mı tanımlayacağız?
İlk yolun
yolcuları, yâni kendilerini dil unsuruyla ve aynı dili konuştukları kavimle
tanımlayanlar, Rabbanî emirle tayin edilen ibadetin kelimelerine ve dualarına
ilişmeye cesaret edebiliyor. Buna karşılık, dil unsurunun temel bir farklılık
değil, sadece hikmetli yaratılışın bir vesilesi olduğunun farkında olanlar,
Rabbanî emirlerden şaşmamaya, Rableri neyi nasıl emretmiş ve nebîsiyle o
emirlerin ifâsını nasıl göstermişse ona öylece tâbi olmaya çalışıyor.
Bu
insanlar tenlerinin rengi, konuştukları dil, alıştıkları sosyal âdetler ne
olursa olsun, aynı Rabbe kul olmanın ve o Rabbin emirlerine tâbi olmanın dilini,
yâni mânevî bir Rabbanî dili konuşuyorlar. Kur’an’ın İlâhî kelimeleri karşısında
aynı huşuyu hissediyorlar ve omuz omuza ibadet ederken dillerinden dökülen
“Bismillâh, Sübhanallah, Elhamdülillâh, Allahuekber” gibi Rabbanî kelimelerle,
hiçbir millî dilin sağlayamayacağı bir iletişim kuruyorlar. İşte “dine rakip
milliyetçilik” mensupları, “Türkçe Ezan”, “Türkçe Kur’an” veya “Türkçe İbadet”
gibi hezeyanlarla, düşmanlık besledikleri bu Rabbanî dili tahrip etmeye,
başkalarının da kendileri gibi, şeytanın unsuriyetçilik ve milliyetçilik
batağına düşmesine çabalıyorlar.
Onlara diyeceğimiz tek şey şudur: Siz
istediğiniz yolda gidin ve istediğiniz “şarkı”ları söyleyin, ama mü’minlerin ve
Müslümanların ibadetine dil ve el uzatmayın!
***
Hac’da nasıl
anlaşılıyor?
Geçtiğimiz bir hac mevsiminde İngiliz radyo kuruluşu BBC, bir
programında Haccı konu almış ve bu hususta görüşmeler yapıyordu. Radyo spikeri,
programa konuk ettiği bir Müslümana şu soruyu sordu: “Siz Müslümanlar, dünyanın
dört bir tarafından gelen, farklı farklı renklerde ve dillerde insanın Hac
vesilesiyle birbiriyle kaynaştığını, dil ve ırk farkının ortadan kalktığını
söylüyorsunuz. Bu nasıl olur? Hiçbiriniz aynı dili konuşmadığınız halde
birbirinizle anlaşıp kaynaştığınızı, din bağınızı kuvvetlendirdiğinizi nasıl
söylersiniz?”
Konuk Müslüman’ın verdiği cevap, dil farklılığının zahirî, ama
Rabbanî dilin esas olduğunu çok veciz biçimde ortaya koyuyordu: “Bakın, hepimiz
ayrı dilleri konuşuyor olabiliriz, ama aynı safta namaza durduğumuzda veya
Kâbe’yi omuz omuza tavaf ettiğimizde, hepimiz aynı Yaratıcının kulu olduğumuzu
ve buraya da ona bağlılığımızı tazelemek için geldiğimizi biliyoruz. Bunun için
mutlaka aynı millî dili konuşmaya ihtiyaç yok. Hepimizin kelimesi kelimesine
aynı biçimde okuduğu Kur’an ve dualar, aramızda, hiçbir dilin erişemeyeceği bir
bağlılık ve kardeşlik meydana getirmektedir.”
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |