28.02.2006-Yeni Asya Gazetesi
Bir rivayete göre, İngiliz kralı Arslan Yürekli Rişar, Kudüs fatihi Selâhaddin Eyyübî’ye meydan okumak için dev gibi çelik kılıcını kaldırır ve kılıcından daha kalın bir demir direği ikiye böler.
Sıra Selâhaddin Eyyübî’dedir. Selâhaddin’in belinden çektiği kılıç beklenenin aksine narin ve incedir. Havaya bir tül fırlatır Kudüs’ün fatihi, sonra da kılıcını yere doğru süzülmekte olan bu tülün altına tutar. Kılıcın üzerine düşen tül kendiliğinden ikiye ayrılıverir!
Bilfiil gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmese de, ilginç bir anektoddur bu. İki medeniyetin temsilcisinin kılıç üzerinden hesaplaşmasının, ikincisinin birinciyi zarif ve hikmetli biçimde mağlup edişinin kısa bir öyküsüdür…
Rişar’ın kılıcı ve kılıcını kullanış biçimi kaba gücün sembolüdür aslında. Keskinliğinden değil eziciliğinden, ağırlığından ve verdiği zarar-ziyandan medet umulur bu kılıcın. Böylesi bir kılıcın zulüm saçmaktan, onu tutan elin de zalimlikten kaçması mümkün değildir.
Selahaddin’in kılıcı zahiriyle bile hem o günün, hem de bugünün güce tapan zihinlerine ders verir. Kılıcı kılıç eyleyen cüssesi, güce güç veren de miktarı değildir; keskinliğidir! Zulümle adaleti, suçluyla masumu, haklıyla haksızı ayırırken gösterdiği ince ve keskin hassasiyetidir!
Selâhaddin’in kılıcının gücünü göstermek için seçtiği yol da serapa hikmet doludur. Kaba gücünü sergileyerek bencillik yoluna sapmaz. Kılıcıyla herhangi bir cisme hücum da etmez; o kılıcın ancak yoluna çıkan zalimlere haddini bildireceğini ve onu bir tül gibi adaletin üzerinden çekip alacağını ders verir. Bir kılıcı üstün kılanın ne ağırlığı, ne onu tutan bilek değil, kılıcı tutan insanın yüreğindeki izzet ve hikmet olduğunu öğretir.
Gücün sembolü olarak kılıç, şu dünyada sınavdan geçirilen insanın her vakit en çetin sınav sorularından birisidir. Zira, maddî güç son kertede bir araçtır. Ya zulüm saçacak ya da adalet dağıtacak bir araç…
Bugün zalim kılıçların altında inleyen bir coğrafyada yaşıyoruz. Mağlubiyet ve ümitsizlik soluyoruz. Peki, zannediyor musunuz ki, bunun nedeni kılıcımızın hafifliği veya bileğimizin güçsüzlüğü? Zannediyor musunuz ki, en ağır kılıçları kuşansak galip gelebileceğiz?
Hayır!
Yenilgi yürekte başlar. Ümitsizlik tohumundan çıkar ve maddî âlemde meyvesini daha sonra verir. Ondandır ki, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek büyük günahlardandır. Çünkü, ümidini kaybeden herşeyini kaybetmiştir!
Bugün, fâsık ağızlardan çıkan vesveseli ve yalan propaganda haberleriyle yüreğimizi doldurup sonsuz rahmet ve kudreti tekrar tekrar ders veren ilâhî haberlere gönül kulağımızı asmazken, Selahaddin’e değil modern Rişar’lara özenmemiz, “O güce asıl bizim sahip olmamız gerek” deyişimiz bir tesadüf olabilir mi? Rişar’ın kılıcı gibi İslâm âleminin kalbine saplanan zalim bir kılıca yaslanıp çakallar gibi parsa toplamaya meyledebiliyor oluşumuz rastlantıyla izah edilebilir mi?
Zulüm de önce yürekte işlenir, sonra ele gelir ve göze görünür. “Zulme en küçük bir meyil bile göstermeyin; yoksa ateş size de dokunur” diyen ilâhî haber, bize zalimin gücüne imrenmenin bile zulme meyil olduğunu; kaba güç arayışının zulümle ve hem bu dünyada hem öte dünyada ateşle sonuçlanacağını söylemiyor mu? Süpergüç hayalleri kuranların kulağı çınlasın!
Devletler kalem ve kılıç üzerine kuruludur. Kalem aklın, basiretin, hikmetin ve adaletin sembolüdür; kılıç da maddî gücün. Akılsız zâlimlerin işi masum kanı dökmek olabilir belki; ama bizim aklımızı kuşanmamızın; kılıca değil kaleme talip olmamızın; Kur’ân’ın iki dünyaya da saadet bahşeden ilkelerine sarılmamızın vakti geldi geçiyor.
Önceliklerimize karar vermemiz gerekiyor.
*Güçlü mü olmak istiyoruz öncelikle, âdil mi?
Haddizatında, tercih hakkımız yok. Çünkü, güce tapan değil, Âdil-i Mutlak bir Zât’a kul olan insanlar olarak gücümüzün ancak adaletten gelebileceği gerçeğinden kaçamayız. Bırakın bir cani için doksandokuz masumun hayatını tehlikeye atmamayı, doksandokuz cani için bir masumun dahi hayat hakkını korumaya ahdettiğimiz zaman ancak güçlü olabiliriz. O vakit dahilde kılıç çekilemeyeceğini bilir ve Müslüman kanı akıtmanın ne büyük zulüm olduğunu da anlarız.
*İnandığımız ve savunduğumuz yüksek değerlerin ve ilkelerin hâkimiyeti için mi mücadele ediyoruz, yoksa kendi hakimiyetimiz için mi?
Kendi hâkimiyetimiz için attığımız her adımın, dilimizde gezinen ilkelere ihanet olduğunu ve hizmet edeyim derken onları tahrip edeceğimizi artık anlamamız gerekiyor.
Zaman ne devlet kurtarma zamanı, ne devletlerin diplomasi savaşlarını geveze akıllarla seyretme zamanı. Zaman tek bir bireyde billurlaşabilen yeni bir medeniyet binasının taşlarını sırtlayabilme zamanı. Bireysel âlemlerimizde, ailemizde ve elimizin altındaki mekânlarda bu medeniyeti hayata geçirebilme zamanı.
Risâlelerin dört bir yanına serpiştirilmiş meşhur tahlilin, hep iki medeniyetin (Kur’ân ve felsefe medeniyetinin) esaslarını kıyaslaması üzerine bir kez daha düşünmek gerekiyor. Kur’ân medeniyeti tahlillerini sadece dile getirmekle kalmayıp hayatıyla somutlaştıran, maddî kılıcı değil Kur’an’ın elmas kılıcını yüreğine kuşanmış şefkat kahramanı, İkinci Dünya Savaşı sırasında hiçbir zâlime taraftarlık edilemeyeceğini “milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân’a farz ve vâciptir” demiştir.
Bugün de aynı şey üzerimize farz ve vacip. Kâinatın Yaratıcısının kudret ve rahmetine dayanmanın yolu belli:
Yüreklerimizdeki ümitsizlik zakkumunu rahmet kılıcıyla kökünden kesmek; gücü, değil adaleti öncelemek; ülkeleri değil ilkeleri dert edinmek; inandığımızı bilfiil yaşayabilmek ve mukabele-i bilmisil gibi zulmanî tavırlardan uzak durabilmek. Sadece bize değil kime yapılıyor olursa olsun zulme taraftarlık göstermemek ve bunu dile getirecek cesareti taşıyabilmek!
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |