Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de değişik bir film gösterime girdi: Ayı.
Filmin başrollerini, sinemaseverlerin pek tanımadıkları aktörler paylaşıyordu. Ben ve Youk. Biri küçük, biri büyük, iki ayı.
Yönetmenliğini Jean Jacques Annaud’nun yaptığı bu film, Fransa’da gişe rekorları kırdı. Türkiye’de de haftalarca gösterildi.
Ayı, alışılmış türden bir film değil. Ne tam dramatik, ne de tam belgesel. Görünüşte bir minik ayının maceralarını, şaklabanlıklarını ve bir büyük ayının avcılarla amansız mücadelesini anlatıyor.
Yalnız, bu dediğimiz gibi görünüşte. Film biraz dikkatle izlendiğinde bu küçük hadise, arkasındaki büyük hakikatlere ve olgulara pencere oluyor. Meselâ, avcının insanlığı, ayıların da diğer canlıları temsil ettiği düşünülürse, film bambaşka bir boyut kazanıyor. Anlamı derinleşiyor. Ve ortaya, iki saatte özetlenmiş, binlerce yıllık insan-kâinat ilişkisinin hikâyesi çıkıyor.
•••
Filmin ilk sahnelerinde avcılar yer almıyor. Yavru ayı Youk ve annesi bal yemektedir, bu arada dağdan yuvarlanan taşlar anne ayının ölümüne sebep olur. Minik ayı artık tek başına ve yetimdir. Fakat hayat devam etmektedir. Youk da uyar hayatın akışına. Diğer canlılarla karşılaşır, onları tanır, korkar, ürker, neşelenir... Temiz, sevecen, şefkatli sahnelerdir bunlar.
İnsanoğlunun henüz ayak basmadığı (her) kâinat parçası ter-temizdir. Düzenlidir. Herbir şey görevlendirildiği üzere çalışır. Bütün varlık nev’leri, sanatkârlarının emrettiği düzen üzere faaliyet gösterir. Onlar için isyan, dava, iddia yoktur. Ne arı işlediği balı sahiplenir, ne de ağaç yüklendiği meyveleri. Hepsi, her hal ve hareketiyle Sanatkârlarına işaret ederler. Hayatlarıyla Hayatı Verene, rızıklanmalarıyla Rızkı Verene, ve ölümleriyle Ölümü Verene şehadet etmededirler. Evet, ölüm de vardır. Ama perdesizce vardır, kâinattaki muhteşem düzenin ve güzelliğin bir parçası olarak vardır ölüm. Tablonun güzelliğini bozmayan, aksine tamamlayan bir unsur olarak...
•••
Ve avcılar dahil olur sahneye. Ellerinde silâhlar, yüreklerinde hırs. Amaçları izine rastladıkları ayıyı avlayıp para kazanmaktır. Ayının ayak izine rastladıklarında, usta avcı ayak izinin büyüklüğüne bakıp hemen ayının para cinsinden “değer”ini hesaplayıverir. Ve heyecanları bir kat daha artar. Yegâne arzuları, ayıya ve gözlerindeki tek değerli şeyi olan onun postuna sahip olmaktır.
Kâinata ayak basan insanoğlunun ise dokunduğunu kirletebilmesi mümkündür. Çünkü, diğer canlıların aksine, onun, Sanatkârının emirlerine uymayabilme serbestiyeti vardır. Ve yine ona diğerlerinin aksine ben’ini sahiplenme serbestiyeti verilmiştir.
Verilmiştir, çünkü insan dünyaya belli maksatlar için gönderilmiştir. Bu benlik duygusu da, diğer canlıların aksine, onun sonsuz iniş-çıkışları yaşamasına vasıtadır. Eğer benliğini sahiplenmezse, diğer varlıklara bir büyük kardeş olur insan. Onların ayna olduğu Yaratıcısının güzel isimlerine şahit olur. O varlıkların işaret ettiği anlamları duygularıyla hisseder, kavramaya çalışır. Benliğinde düğümlenen kâinattaki düzene aykırı düşmeden yaşar...
Ama insan ya ben’ini sahiplenirse? İşte o zaman her şeye savaş açar. Kendisine en büyük düşman olarak da tabiatı, yani kâinattaki düzenin arkasında yer alan kanunları, görür. Maksadı, ben’i namına tabiata hükmetmek, onu kendi hayalî mülküne katmaktır.
Önce kendisiyle Yaratıcı arasındaki bağını koparır insan. Bunun sonucu olarak, her birisi Ondan bir sevgi ve tanınma işareti olan varlıklara karşı tavrı değişir.
Sanatkârı onu kâinattaki diğer varlıklara bir gözetici olarak gönderdiği halde, o, sevmesi ve gözetmesi gereken kardeşlerine düşman olur.
Yaşadığı hayata uygun felsefesini de geliştirir. Meselâ, “Hayat mücadeledir” ve “Kuvvetli haklıdır” der. Diğer bir deyişle, “Hayat mücadelesinde kim kuvvetliyse o kazanır.” Kazanmak, hâkim olmak, diğer varlıklar üzerinde iktidarını kurmak... yanlış yola giren insanoğlu, bunları kendine hedef beller...
•••
Genç avcı, ayı (Ben) ile karşılaştığında hiç düşünmeden basar tetiğe. Kurşun hedefine ulaşır. Ben ölmez, yaralanır. Ama ilk kan dökülmüştür! Ayı kızgındır. Sanki kızgınlığı kendini yaralayan kurşuna değil, o kurşunu gönderen bencil, açgözlü tavradır. Yaralı ayı, bundan sonra kendini savunmaya geçer. İlk iş olarak avcıların konakladıkları yeri basar ve mallarına, atlarına zarar verir. Avcılar manzarayı gördüklerinde mücadeleden vazgeçeceklerine daha da bilenirler. Daha fazla yardım ve silah getirmeyi düşünürler. Bunu yaparlar da.
Zorlu bir mücadeledir yaşanan. Avcılar korkmaktadırlar, ama mücadeleden vazgeçmezler. Ayıyı yok etmek için kesin kararlıdırlar, ve artık bu paradan çok bir kin-intikam savaşına dönüşmüştür.
19. ve 20. yüzyılda, insanoğlunun en büyük hedefi, “ilerleme” oldu. Yukarda sözünü ettiğimiz “felsefe”nin ileri gidenlerine göre bu “ilerleme,” tabiat üzerindeki hakimiyet ve iktidarını sağlamlaştırmadaydı.
Bilim ve teknoloji, bu hedefin araçları, daha doğrusu tabiata karşı yürütülen hayalî savaşın silahları olarak düşünüldü. Aslında bilim ve teknolojinin de Yaratıcıyı tanımak için birer vesile olabileceği unutuldu.
Bilim teknolojiye hizmet edecektir, teknoloji de daha fazla üretmeye. Büyüme, gelişme, daha fazla üretme, daha fazla tüketme... Yani, ihtiyaçlar değil, tatmin edilmesi imkânsız arzular ve hırstır birinci plânda olan. Herşeye ekonomik açıdan bakılmaktadır.
Dediğimiz gibi, insan benliğine sahiplenip herşeye menfaati açısından bakınca gerçekleri göremez olur. Meselâ, çağlayarak akmakta olan bir nehir, heybet ve celâl Sahibinden haber verirken, o bunun fakına varmaz. Çünkü, o, nehre öncelikle ondan kaç kilowatt enerji elde edebileceğini düşünerek bakmaktadır. Aynı şekilde, yaz mevsiminde meyvelerle yüklü bir ağaç, ona o meyveleri ve ihtiyaç duyduğu bütün rızkını vereni değil, pazarda ondan kazanacağı parayı düşündürür.
Kısaca, insan bu gözle baktığı herşeyi metalaştırır. Nimetler onun gözünde “mal”laşır; şükre değil, gurur ve sahiplik duygusuna sevk eder...
Bu yüzdendir, son iki asırdır kaydedilen endüstriyel gelişmelerde hiçbir zaman diğer canlılar gözönüne alınmadı. Fabrika bacalarından yükselen gri dumanların, nehirlere ve denizlere akıtılan kirli atık suların hangi zararlara yol açacağı hiç hesaplanmadı. Hatta, bu zararlar bilindiği halde aynı yolda devam edildi...
Sonuçta, insanoğlu kirli eliyle dokunduğu herşeyi kirletti. denizler, ormanlar, toprak, gökyüzü... Önce kendi âleminde mânâsızlıkla itham ederek kirlettiği kâinat kardeşlerini, maddî olarak da kirletti. Tabiatı tahrip etti. Nice bitki ve hayvan türü insanın bulaşık eliyle yeryüzünden silindi...
•••
Bu arada, yaralı ayı ile yavru ayı karşılaşır. Büyük ayı onu önce kabullenmek istemez, fakat Youk onun yarasını yalayarak iyileşmesine yardımcı olur. Dosttur onlar, aralarındaki ağ, menfaat değil, sevgi ve şefkat bağıdır.
Ben bir taraftan yarasının iyileşmesine çalışmakta, diğer taraftan da yavru ayı ile yaşamaktadır. Nehirden avladığı balıkları önce Youk’a verir. Kendisi de aç olduğu halde, yemeyip ona yedirir. Pusuya yatıp geyik sürüsüne saldırır. Sürünün ardında kalan geyiği parçalar ve birlikte yerler.
İnsan eliyle yaralanan tabiat, yani kainattaki düzen, şimdi kendi yarasını, Sanatkârının izin ve kudretiyle, kendisi sarmaya çalışıyor. Kendisini insana karşı savunuyor. Son zamanlarda sıkça sözü edilen “sera etkisi,” yani atmosferdeki ozon tabakasının delinmesiyle yeryüzündeki ısının artması ve denizlerin kabarması, iklimin değişmesi... Bunların her birisi belli bir düzenin ve ahengin parçası olarak meydana geliyor. Herşey, birbirine bağlı olarak, dayanışma içinde hareket ediyor.
Aslında, kâinatta umumi bir yardımlaşma ve işbirliği yaşanıyor, ama insan, bakışındaki bozuklukla herşeyin birbirinin yardımına koşturmasını mücadele olarak görebiliyor. Oysa insanın dışındaki diğer varlıkların mücadele etmesi mümkün değildir, çünkü onlar kendi adına değil, Sanatkârları adına hareket etmekte, ve onun emrettiği düzene uymaktadır. Öyle ya, eğer onlar mücadele etseydi, milyonlarca, milyarlarca yıllık mükemmel düzen, muhteşem işleyiş hiç bugüne kadar devam edebilir miydi? Üstelik insanın onca bulaşık müdahalesine rağmen!
Gerçi, bazı vahşi hayvanlar da kâinatta hükmeden şefkat kanununa aykırı hareket edip asıl rızıkları ölü hayvanlar olduğu halde canlı hayvanların kanını dökebiliyorlar. Bunun masum görülmesi elbette ki mümkün değil...
Fakat, insanın döktüğü kanlar, onun hayvanlardan farklı olarak duygularına sınır koyulmadığından bütün bir yeryüzünü kaplayabiliyor. İnsanın zulmü ve yanlışları küllileşiyor, umumileşiyor. Çünkü, insan diğer varlıkların sdece fani cisimlerini değil, sonsuz mânâlarını da öldürebiliyor.
•••
Filmin final sahnesine yaklaştıkça, avcıların gerilimi giderek artmaktadır. Büyük ayıya tuzak hazırlanır. Yollar tutulur. Herkesin elleri silahlarda, gözleri ise pusudadır. Sıcak bir gündür. Filmde ön plana çıkartılan genç avcı suyunun bitmesi üzerine yerini ve silâhını terk edip bir su kaynağının yanına gider. Fakat tam o sırada ayı sessizce yanına yaklaşmaktadır. Avcı ayıyı fark ettiğinde iş işten geçmiş, köşeye sıkışmıştır.
Avcının ne kaçacağı bir köşe, ne de ayıya karşı kullanabileceği silâhı vardır. Yapa yalnız, âciz, ve çaresizdir.
Ayı, yanıbaşına kadar gelir. Ama ona saldırmaz. Bütün heybetiyle kükrer, kükrer... Pençesini kaldırır, kaldırır; ama avcının tepesine indimez. Sanki birşey yapmaktan çok, birşeyler anlatmaya çalışmaktadır. Avcı perişan haldedir. O âna kadar yaşadığı kibirli, gurur dolu duyguların aksine, bütün benliğiyle acizliği ve zayıflığı yaşamaktadır.
Avcı, ayı onu bırakıp uzaklaşırken kendini kaybetmiş gibidir. Arkasından koşar, silâhını yerinden alıp arkasından ona yöneltir. Ama tetiğe basmaz. Basamaz. Daha çabuk uzaklaşabilmesi için havaya ateş eder. Yanına gelen arkadaşlarına da ateş ettirmez.
Film, avcı ile ayılar arasında gizli bir anlaşma ile biter. Büyük ayı ile savaş sona erer, düşmanca duygular terk edilir. Küçük ayı ile de sevgi ve şefkat duyguları ile renklenir bu anlaşma.
Şu sıralar insanlık âleminde büyük değişmelerden söz ediliyor. Meselâ, kaç yüzyıllık “tabiatla mücadele” anlayışının terk edilmeye yüz tuttuğu, yerini “tabiatla uyum”un aldığı belirtiliyor.
“Çevre” problemi ise insanlığı, şimdiye kadar fark edemediği, çevresindeki ap açık gerçeklerle karşı karşıya getirdi.
Ekoloji denen bilim dalı ile, insanoğlu kâinattaki muhteşem düzen ve ahengi tanıdı. Herşeyin birbiriyle ince ve hassas ölçülerle bağlandığını anladık. Üstelik bu ahengin, bu düzenin odak noktasında biz vardık. İnsanlar vardı. Ve her birşey, hep birlikte, bu sonsuz düzeni gözeterek hareket ettiği halde, bu düzene aykırı hareket eden sadece bizlerdik...
Bu muhalefetimizin tokatlarını da en acı şekilde, iki dünya savaşıyla yedik. İnsanlık olarak ölümü, ölümlülüğü tattık. Kırılacak aynalarımızda kurduğumuz hayalî hakimiyetlerin ve sırça saltanatların ne denli boş, ne denli kof, ne denli geçici olduğunu fark ettik.
Dünya faniydi, biz de öyle. Ve hiç de öyle zannettiğimiz gibi kudretli, muktedir değildik. Dünyaya gönderiliş sebebimiz iktidar dava etmek değildi. Kâinattaki düzene uymak; şuurumuzda, duygularımızda düğümlenen o düzeni tamamlamaktı. Kâinattaki diğer varlıklara bir büyük kardeş olabilmekti. Kâinatın yaratılışındaki hikmete vesile olmaktı...
•••
Ayı filminin sonunda, perdede bazı yazılar beliriyor. Bir İngiliz düşünürünün “Asıl heyecan verici şey, öldürmek değil, canlıların yaşamasına izin vermektir” sözü yazılıyor. Ve yeryüzü üzerinde türü tükenen hayvanlardan bilgiler veriliyor.
Aslında bu İngiliz düşünürü doğru düşünmüş. Yalnız şuna dikkat etmek şartıyla: Diğer canlıları önce kendi âlemimizde duygularımızda yaşatmalıyız. Onları anlamsızlıkla, başıboşlukla itham edip mânen öldürmemeliyiz. Bu gözle baktığımız, dinlediğimiz, düşündüğümüz, sevdiğimiz varlıkları ölüme mahkûm etmemeliyiz. Ki, dış dünyada cinayetler, öldürüşler ancak bu şekilde durdurulabilir. Çünkü cinayetler önce kalblerde ve zihinlerde işlenir.
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |