9.11.2005- www.karakalem.net
Aydınlanma denilen ve Avrupa’da filizlenerek dünyaya yayılan süreç, insan aklının vahyin yardımı olmaksızın kâinatın sırlarına nüfuz edebileceği, nesnelerin ve olayların “hakikat”ın bilgisine varabileceği ve böylece insan hayatının daha anlamlı olacağı varsayımına dayanıyordu. Aydınlanma, bilgiyi tabiat adı verilen kâinattaki olay ve nesneler üzerinde bir iktidar aracı haline getiriyor, insanı diğer yaratılmış varlıklarla mücadele halinde resmedip onu diğer varlıklara karşı mütahakkimane bir konuma sokuyordu.
Tabiatı incelediğini iddia etse de, varlıkları, kendinden öte yüksek anlamlara işaret eden birer “âyet” olmaktan çıkaran ve dolayısıyla tılsımını bozan seküler bilim, ancak deneye ve gözleme tâbi tutabildiği şeyleri inceledi ve buna “tabiat” adını verdi. Varoluştaki bütünlüğü gözardı eden, aksine varlıkları içinde bulundukları bütünden kopararak laboratuvara sokmaya çalışan bir yöntemdi bu. Hedefi ise, aslında hakikatın bilgisine varmak değil, insan merkezli bir fayda temin etmekti. Meselâ, çağlayarak akan bir nehir, onu haşmet ve celâlle var eden Yaratıcısının isimlerini gösterdiği için değil, debisi, uzunluğu vs. ile üzerine kurulabilecek ve enerji üretimine yarayacak barajın mümkün oluşuyla anlam ve değer kazanacaktı.
Canlı-cansız her şeyi insanın küçük kardeşleri gören, insanı da yeryüzünde Rabbine karşı sorumlu bir halife kabul eden dinî anlayışa sırt dönülecekti. Varlıklar, her şeyin Sultanı tarafından insana hediye edilmiş birer işaret ve nimet değil, insanın güya kendi kuvvet ve bilgisiyle emrine soktuğu, heva ve hevesi için sorumsuzca kullanabileceği metalar şeklinde tasavvur edilecekti. İşte böylesine dengesiz bir modern dünyada, bilimlerin getirdiği her veri, insanın diğer varlıklara hükmetmesine yaradığı ölçüde “işe yarar” kabul edildi. İnsan bu dünyada Rabbinin nazlı bir halifesi değildi artık, kendisinden başka otorite tanımayan asi ve zalim bir sultan rolüne soyunmuştu. İnsan sadece diğer varlıkları değil, aşağı gördüğü diğer insanları sömürmeyi ve sultası altına alma hakkını da görüyordu kendisinde. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısı, insanın acımasızca, sınırsızca, kan dökerek ve yeryüzünü kirleterek hemcinslerini ve diğer kardeşlerini sömürdüğü dönem oldu. Son elli yıldır ve özellikle son birkaç yıldır ciddiyet kazanan çevre tahribatı veya ekolojik kriz denilen olgu, Batı’nın manevî krizinin tezahüründen başka birşey değildi. Bu manevî krizin bir yönünü varlığa yönelik seküler bilimsel bakışın tek boyutluluğu oluşturuyordu. Hem felsefî temelleri, hem de pratik sonuçlarıyla bilimsel bilgi yeryüzünü daha yaşanılır ve insanı daha mutlu kılmamıştı. İnsan ile varlıklar arasında ahengi değil dengesizliği sonuç vermişti.
Bu noktada, bugün Müslüman bir bilge olarak tanınan Seyyid Hüseyin Nasr’ın, ilk gençliğinde yaşadığı tecrübe anlamlıdır. İlk gençlik yıllarında, bilim aracılığıyla nesnelerin hakikatını keşfedeceğini varsayan Nasr, bu konuda en iyi bilimsel eğitimi verdiğini düşündüğü Massachusette Institute of Technology’e gider. Orada ünlü fizikçilerle, büyük felsefecilerle tanışır. Bernard Russell gibi ünlü bilim adamlarının modern bilim üzerine verdiği konferansları dinleme imkânı bulur. Modern bilim görüşünün en önemli savunucularının bilimin görevinin “gerçekliğin doğasına ulaşmak olduğuna hiç inanmadıklarını” görür. Kendi ifadesiyle “Aradığım şeyin bu olmadığını ve modern bilimin sınırları dışında kalan konuların nedenlerini ve hatta nasıl olduklarını bile öğrenemeyeceğimi hissettim.”
“Modern bilimde olgular parametreler halinde sunulmasına rağmen, gerçekte matematiksel tanımlamalar dışında bu parametrelerin özüne inilmez. ‘Elektron nedir?’ diye sorsanız, bunun matematiksel formülünü yazarak çözebilirsiniz, ama felsefî anlamda ‘nedirlik’ [mahiyet] sorusu atlanır. Bu gerçeği fark ettikten sonra, ki o zamanlar henüz onsekiz yaşındaydım, eşyaların doğasını ve doğal dünyayı araştırmak için başka yollar olup olmadığıyla ilgilenmeye başladım.” (Söyleşiler, İnsan Yayınları)
Nasr’a göre, modern bilim ile din arasındaki köklü çatışma, modern bilimin İlâhî İlke’yi gözardı ederek bütün evreni araştırmaya çalışmasından kaynaklanıyor. “Onyedinci yüzyıldan günümüze kadar hakim paradigmada Müsebbibü’l-Esbab [Sebeblerin Varedicisi] gözönüne alınmadan sonuç araştırılmıştır. Kozmosu ne kadar çok incelemiş olursanız olun, hiçbir zaman İlâhî Sebeb’e şahit olamazsınız, çünkü modern bilim bu tanımı dışlamıştır. Bilim kendini metafizikle ilgilenmiyormuş ve metafizikle hiçbir bağlantısı yokmuş gibi tanımlar. Ancak keşfettiği şeyin, gerçekliğin bir yönüne tekabül ettiği derecede, metafiziksel bir önemi, anlamı vardır. Ancak bu anlam doğrudan bilim aracılığıyla keşfedilemez, ancak ve ancak bu metafiziksel ilkeleri bilen birisi tarafından keşfedilebilir.”
Bugün, modern bilimin şaşılığının ayan-beyan ortaya çıktığı bir dönemde yaşıyoruz. Batı’nın yolaçtığı ekolojik facialar, sadece onu değil bütün dünyayı tehdit ediyor ve bu da bahsi geçen manevî krizin çözülmesini gerektiriyor. Doğu’da olsun Batı’da olsun, insan varoluşun tılsımını iade etmek istiyor; seküler bilimin tek boyutluluğu ruhlara derinlik ve güven getiremiyor. Bu tılsımın, derinliğin ve güvenin yeniden sağlanabilmesi için hakikat arayıcısı gençlerin Nasr gibi zihinlerini modern bilimin sultasından kurtarabilmesi, varlığı bütünlüğüyle ve görünen-görünmeyen bütün yönleriyle araştırmaya koyulması gerekiyor. Hem varlıkları hem insanı ahenkli ve dengeli bir bütün halinde Kur’ân’ın şifalı ilkeleri ancak o zaman takdir edilebilir
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |