02.02.2006
Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları isimli romanında İngiliz işgali altındaki İstanbul’u ve işgali yasayanların ruh hallerini usta bir dille tasvir eder. Gamsız ve vicdansız bir azınlık dışında, ruhlarda yaşanan, yüzlerde okunan ve dillerden duyulan tek kelimeyle hüzündür.
“Modern Müslüman”ı, özellikle de bu ülkede yasayanları, ve bilhassa İslamcı hassasiyet taşıyanları düşündüğümde, nedendir bilmem aklıma bu roman gelir. Ve hüzünlenirim. Hüznümün nedeni, kalb-i umumîden çıkan –ve bir dua hükmü taşıyan- hüznün
çoğunlukla geniş ama küçük dairede, yani siyasette, takılı kalmasıdır. Bu dairede de ciddi sıkıntılar, kapanmalar, bir anlamda esaretler var elbette. Ama, öncelikle hüzünlenmemiz gereken, dar ama büyük dairede, yani kalblerimizde ve zihinlerimizde, yasadığımız esarete yeterince hüzünlenmeyişimiz olmalı değil mi?
Evet, modern Müslüman’ın -İslamcıların- aklı felsefenin, zihni siyasetin ve kalbi dünyeviliğin işgali altında. Bu işgal, yüzyılların birikiminin neticesi ve su anda iç güçlerin -nefsimiz- ve de dış güçlerin “sistem”li şekilde devam ettirilmekte. Ondan kurtulmak da ancak önce farkına varmak, sonra gerçekten üzülmek ve bu yolda ciddi cehd ve caba sarf etmekle mümkün olabilir.
Unutmamalıyız ki, bizler zamanımızın çocuklarıyız. Hepimiz gözümüzü ulus-devletin şekillendirdiği bir toplum içinde açtık. Erken yasta ilkokul eğitimiyle tanıştık. İdeal vatandaş olmamız için gerekli bilgi ve yetenekler kazandırılmaya çalışıldı burada bize. Tabiat Bilgisi dersinde, sonuçları sebeblerin vücuda getirdiği, kâinattaki her şeyin tabiat kanunları tarafından idare edildiği bilgisini aldık. Sebeb
denilen unsurlar kör, aciz, bilgisiz, iradesizdi; ama, her nasılsa mucizelere imza atabiliyordu! Tabiat kanunları elle tutulmaz, gözle görülmezdi, ama somut birer varlıkmışçasına sunuldu bizlere. Hayat Bilgisi (ya da Yurttaşlık Bilgisi) dersinde ise herkesin üzerinde bir devlet olduğu ve bizim de ona layık yurttaşlar olmamız gerektiği bilgisi verildi. (Ne yazık ki, okullar âlemlerin Rabbine ideal kullar yetiştirmeyi değil, cebbar devlete ideal yurttaşlar yetiştirmeyi hedefliyor hâlâ). Defalarca çizmeye mecbur bırakıldığımız ülke haritasındaki sınırların dış dünyada gerçekten var olduğu düşüncesi uyandırılmaya çalışıldı içimizde. Ülkemiz bölgesinde önemli bir jeopolitik güçtü. Ama bir de süper güç(ler)vardı. Güçlü olmak önemliydi. Bu gücün bir yolu da paradan, yani “ekonomik güç”ten geçiyordu ve bu da “siyasî güc”ün vazgeçilmez şartıydı.
Bu seküler eğitim, aile-iletişim araçları-arkadaş çevresi gibi diğer dış faktörlerle birleşti. Ama asıl problem, bu işgale, kendi içimizdeki işbirlikçinin dahil olmasıydı: nefislerimiz! Nefsimiz, tabiatı gereği bizzat kendisinde bir güç vehmediyordu, dünyada ebedî kalacakmış gibi hareket etmek istiyordu. Aklı boyunduruğuna alıp siyaset ve felsefe vadilerinde, kalbi esir alıp dünyevilik meydanlarında serbestçe koşmak istiyordu. Firavunluk, terbiye olmamış nefsin meşrebiydi ve o hep “daha fazla güç” istiyordu.
Modern çağ, kavramların ters yüz edildiği, zıtların yer değiştirdiği, birçok hayatî kavrama tam tersi içerikler yüklendiği tehlikeli bir zemin. Müslümanlar da bu tehlikeli ve kaygan zeminden nasibini fazlasıyla aldı ve İslamcılık modern bir ideoloji olarak kimi İslâmî kavramların bu ters yüz edilişine neden oldu.
İslamcı Aklın Hazin Göçü
Kanaatimce, günümüzde yanlış algılamaya kurban giden en önemli konulardan birisi Mekke-Medine ayrımı Hz. Peygamber (sav) ve sahabelerinin Mekke ve Medine’de yasadıkları, tarihte yaşanıp bitmiş birer detay olmaktan çok öte anlamlar ve mesajlar taşıyor Müslümanlar için. Hangi şartlarda nasıl hareket etmeleri gerektiğinin ip uçlarını da barındırıyor içinde.
Mekke’nin imanî takviyeyi, sabrı, ferdî ve ailevî hayata halisane odaklanmayı ifade ettiğini; buna karşılık, Medine’nin daha ziyade sosyal hayatı ve uzantısı olarak ekonomik ve siyasî idareye yön verilmesini sembolize ettiğini biliyoruz. diğer bir
deyişle, Mekke, kalbin iman ve kullukta sebatını; Medine, Mekke’yi de fethederek ve onu kıble edinerek, bu imanî şuurun sosyal hayata taşınmasını ifade ediyor.
Hz. Peygamber’in (sav) ve sahabelerinin yaşadığı tecrübe bir örnek olarak bunu böylece önümüze koyuyor. Önce kalbin Kur’an’la terbiyesini, sonra ferdî hayatların, hiçbir dış gücün karışamadığı evdeki aile hayatının Kur’anî hükümler istikametinde yaşanmasını emrediyor. Ve bunu siyasî iktidarı ele geçirmek için bir basamak olarak değil, ebedî kurtuluşun vesilesi olarak yapmamız gerekiyor. diğer bir ifadeyle, Mekke,
yaşanması gerektiği için yaşanmalıdır. Medine’ye ulaşmak için değil! Medine’yi kendi içinde bir hedef gören ve Mekke’yi o yolda bir araç konumuna indirgeyen, dünyevî, felsefî ve arzî bir zihindir.
Kalbin değil, determinist, esbabperest nefsin kontrolündeki yüzeysel akıldır.
Bugün yasamakta olduğumuz tecrübeler, kalblerimizin Mekke’yi yasamaya muhtaç olduğunu gösteriyor; ama modern çağın iktidar propagandalarıyla boyanmış yüzeysel İslamcı akıl, hayalî bir Medine’yi kurmaya ve bu uğurda kalbi terk etmeye razı oluyor. (Namazı terk ve ihmal eden İslamcıların kulağı çınlasın!) İmanı kalblerde sağlamlaştırmaktan ziyade, Medine sözleşmeleriyle ilgileniyor.
Oysa, âyetlerdeki sıralama belli: iman, hicret, cihad. Yüzeysel aklın kalbi ve diğer duyguları terk edip hayalî bir Medine uğruna girişeceği macerada, hicret hicret değil göç, cihad cihad değil Don Kişot'ça bir hayal savası olmaya mahkum. Ne yazık ki, İslamcı akıl, Mekke’den kaçtı, Medine’ye de varamadı, nedensellik çöllerinde derbederce dolaşıyor.
Ele Geçirirken Ele Düşmek
Mekke-Medine hususunda yüzeysel aklın düştüğü hatayı ele veren bir diğer mihenk tası, hicret. Hz. Peygamber neden hicret etti? Modern İslamcı akıl, “Mekke’de başaramadığı sosyal ve siyasî düzeni Medine’de kurmayı ümit ettiği için” diyor.
Sorulması gereken soru su: Hz. Peygamber, hayatının herhangi bir döneminde iktidar mücadelesi yürüttü mü? Ne siyer kitaplarında, ne hadis kitaplarında, ne de sahabiden bize kalan mirasta böyle bir ize rastlamak mümkün değil. Hz. Muhammed’in (sav) iktidar mücadelesi olmadı, iktidardakilerle mücadelesi oldu; ve bu sen-ben kavgası değil, doğrudan bir din mücadelesiydi.Mekke’deyken kendisine altın tepside sunulan yönetim yetkilerini dinin hakikatlerinden taviz vermesi istendiğindendir ki “ay ve güneş” benzetmesiyle reddetti. Din-iktidar çelişkisi, Hz. Ali ile Muaviye arasında şiddetli biçimde kendisini gösterdi. Hz. Ali, Hz. Peygamber’in yolundan giderek dini esas tuttu, Muaviye ise iktidarı. Bugün, İslamcıların bir taraftan Muaviye’ye ateş püskürüp, diğer taraftan da iktidarı dinin adalet ve hakkaniyet gibi esaslarının önüne
koyarak aynı Muaviye'yi örnek alması ne hazin!
Bugün, siyasetin ve felsefenin pençesine düsen İslamcı akıl, “Hz. Muhammed’in hicreti devleti ele geçirme faaliyetidir” diyebiliyor. Mekke’den çıkarken arkasına dönüp şehre “Arzda bana senden daha sevgili bir yer yok. Kavmim zorlamasa seni terk etmezdim” diyen nebinin, tarihe başlangıç olan hicreti bir çırpıda siyasî hücre faaliyetine dönüştürülüyor: “Yönetimi bu yolla ele geçirmenin tarihte bir benzeri daha
bulunamaz.”
Bu bakış acısıyla, devleti ele geçirme veya daha yumuşatılmış bir ifadeyle yönetimde etkin olma ideali bugün her şeyin basında geliyor. Oysa yakın tarihimiz
ve günümüz, devleti ele geçirmeye çabalarken, devletçiliğin –ve bu arada devletin- eline düşenlerin;hakkı ve adaleti gözetmek yerine zulümlerin islenmesine önayak olmanın ya da rıza göstermenin örnekleriyle dolu.
Güçsüzleştiren güç Arayışı
İçeriği çarpıtılan bir diğer önemli husus, hak-kuvvet ayrımı. Teorik olarak, hakkın güçte değil gücün hakta olduğunu söylesek de, fiiliyatta isler değişebiliyor. Müslümanlar, kâinat Sultanı Cenab-ı Hakk’ın kudretinden gaflete düştüğünde, dünyevî güç pesinde koşabiliyor. Hakkın kendisini bizatihi güçlü kılacağı hakikatini unutarak, ekonomik gücünü ve bunu kullanarak siyasî gücünü arttırmaya çalışıyor. Ekonomik pastadan pay almaya çabalıyor. Gerçekte, siyaset arenası kadar ekonomi alanı da ehl-i
hak için mayınlı bir tarla; güç toplayalım derken pratik materyalizm gayyasına düşürmeye müsait bir ortam. Bu noktada “Düsmanın silâhıyla silâhlanın” tavsiyesi fazlasıyla yanlış anlaşılıyor. Günümüzde düşman, dünyevilik, israf, hırs, kanaatsizlik, tahakküm, zulüm silâhlarıyla dindarlara saldırıyor; dolayısıyla, bu silâhlara ancak onları etkisiz kılacak karsı-silâhlarla dayanılabilir. Daha çok sermaye, daha çok israf, daha çok dünyevilik olsa olsa düşmanın isine yarar.
Zamanında dindar etiketi taşıdığı halde, “Daha çok büyüyelim. Diğerleriyle yarısalım” endişesiyle hareket eden kimi televizyon kanallarının manen ne kadar küçüldüğünü hepimiz biliyoruz. Kapitalist düzenin kurallarıyla “oynayan” kimi büyük “dindar” firmaların, isçilerine ne denli zulümler yaptığını da duymuşuzdur.
Evet, maalesef, haksızlıkla hakka hizmet edilemiyor. Dünyevî gücünü arttırarak hakka hizmet edebileceğini hayal edenler, bırakın hakka hizmeti, bir noktadan sonra hem kendisine hem de hakka zarar vermeye başlıyor.
Malın-mülkün ancak ve ancak Rabbine şükretmek için istenebileceğini Salebe kıssası çok güzel ders veriyor. Resulallah’ın (sav) yanına gelip daha çok malı olursa dine daha iyi hizmet edebileceğini söyleyen Salebe’ye verilen nasihat bizim için hâlâ
geçerli: “Sükrü eda edilen az mal, şükürsüz çok maldan daha hayırlıdır.” Salebe, bu nebevî ikazı dinlemeyip ısrarla resulallah’ın Allah’a kendisi için dua etmesini istemiş, duası kabul olmuş, çok arzu ettiği yüzlerce, binlerce hayvana kavuşmuştu. Ama daha sonra kendisine zekât almak için gelen memurları azarlayarak geri göndermişti. Aklı, dünyevilik pesindeki nefsinin tuzağına düşmüştü Salebe’nin. Bizim halimiz de
onunkine benzemiyor mu?
Modern cağda dine hizmetin en iyi örneğini kuskusuz Said Nursî verdi.. Onu hem Bediüzzaman, hem de Bid’atüzzaman yapan, yani onu zamanın essizi ve de cağına ters düşüren en önemli prensiplerden birisi, kanaatimce, bütün hayatı boyunca bağlı kaldığı
“iktisad” ve kanaatti. Dünyevî güçlerin baskısına aynı türden bir güçle karşılık verme yanlısına düşmedi. Kendisine parasal konularda yöneltilen kuşkucu ve suçlayıcı iddialara karsı nasıl bir sade hayat yasadığını sayfalarca anlatmıştı. O açıklamalar,
kendimizi muhatap ederek okunduğunda, Kur’an’a ve dine, onları hiçbir şeye araç kılmadan hizmet etmek için çok zengin değil, çok iktisatlı olmak gerektiğini ders veriyor. İlâ-yı kelimetullah için, yani hak dinin tebliği için, gerekli olan maddî terakkinin ancak iktisat, kanaat ve şükürle mümkün olabileceğini anlatıyor.
Bu noktada, bize İslâm tarihi de yardımcı oluyor. Zaferlerin ve başarıların Müslümanların genelde sayıca az olduğu ve görünüşte daha güçsüz göründüğü zamanlar kazanıldığını, buna karşılık daha sayıca daha çok ve daha güçlü de olsalar Müslüman orduların yenilgiden kurtulamadığını gösteriyor...
Evet, yüreklerimiz hüzünlenmeli. Yanlışlar ancak onlara önce üzülmekle düzeltilebilir. Yapmamız gereken, hüznümüzü doğru adreslere yöneltmek. Yüzeysel esaretlerden önce kalb ve zihinlerimizdeki esaretlere hüzünlenmek...
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|---|
|
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |
Röportaj |
|
Sitemizdeki Yazıları |
Nisa Suresinin Işığında Kadın Ve Erkek Arasında Adalet Ve Eşitlik |
|
Sitemizdeki Öyküleri |